9 Aralık 2021 Perşembe

Prof. Dr. Hasan Işın Dener'in bibliyografyası için kendi kaleminden bazı notlar

 

Prof. Dr. Hasan Işın Dener'in bibliyografyası için kendi kaleminden bazı notlar


9.12.2021


Elbette ki sağda solda özgeçmişlerim, eser listelerim bulunuyor; meslek icabı soruyorlar; gerekiyor, birşeyler veriyorum. Ama hepsi telgraf stilinde, ufak, eksik ve yetersiz... Tam bir eser listem bile yok. Üstelik, beni tanımayanlara verdiğim imaj, bunun tersi... Uzun süre dergi editörlüğü yaptım, durdum. Bazı dergi sayıları sevgili büyüklerimize, değerli arkadaşlarımıza armağan edildikçe, editör olarak ben, o kişileri yapıtlarıyla tanıtan makaleleri yazan kişiyim. Fakat kazandığım deneyimle, İsmet Ergün’le ilgili yazımda, bilimle uğraşanların kendi bibliyografik kayıtlarını iyi tutmadıklarına ilişkin gözlemimi aktarırken “... kıimbilir kaç kez özgeçmiş ve bibliyografya yazma durumunda kalmışlardır. Ama iş bilimsel yazılarına gelince, onları büyük bir titizlikle kaleme alan bilim adamları, çoğu kez nedense kendi bibliyografyalarını eksik vermişler” diye vurgulamışım. (Dener 2000) Kaldı ki Nazmi Kozak, aynı durumla 10 yıl önce hazırladığı Hasan Olalı özel sayısında karşılaşmış, yazdığı bibliyografya makalesinin başlığında bile Hasan Olalı’nın “Tespit Edilebilen Eserleri” yazıyor. (Kozak 2000). Bütün bunları yazdıktan sonra, “İyi de, tüm yapıtlarımın listesini ben nereden bileyim?” dersem, şaşıran olur mu? Evet, 160 civarında çalışmam olması gerek. İlki 1965’te desek, 45 yıllık dönemde gerçekleşmiş bir performans... Ama “say” deseniz hepsini sayamam, “bul” deseniz hepsini bulamam. Bulamayız! Tabii ki, yazarın ölmüş olduğu ve hiç yardımcı olamayacağı durumlar daha da kötüdür, ama yazarın yaşıyor olduğu durum, güçlükleri tam olarak ortadan kaldırmaz.. Bu iş hep böyledir. Bonn Üniversitesi İktisat Kütüphanesi’nde bir teşekkür yazısı okumuştum. Meşhur İstatistikçi Fisher, kendi hatırlayabildiğinden çok daha fazla (yüzlerce) eserini bulduğu için, bibliyografına teşekkür ediyordu. Aslında İngilizler, o alaycı ifadeleriyle bu işin adını koymuşlar: “Yazarlar ne yazdıklarını hatırlasalardı, bibliyograflar aç kalırdı,” galiba bir İngiliz sözüdür. Aşağıda, kendi turizm alanı çalışmalarımdan bahsederken anlatacağım gerçekler, bu durumun başkaca ve çeşitli nedensellikleri bulunduğunu gözler önün serecek. Bakalım, elektronik çağın olanakları, konuyu tam olarak halledebilecek mi? Benim durumuma gelince, o tabii daha vahim... Yakın dostlarıma (hatta tez öğrencilerime) sorarsanız, “bu dağınıklıkla” işim oldukça zor! Üniversitedeki odamı bir kez görmüş olanların, bu yargıya varmaları o kadar kolay ki... Ama benim çağımdan kalmış akademisyenler açısından başka bir nedensellik daha var gibi...

BİR NEDENSELLİK DAHA

Eserlerini (ve ayrıca her baskısını) özenle saklamaya pek gerek duymamak için, bir zamanlar bir başka neden daha vardı. Önceleri YÖK yasası yoktu. Bir yapıtın üstünde mutlaka yazarının adının bulunması bile, getireceği avantajlar yönünden fazla bir anlam ifade etmiyordu. Merak mı ettiniz, gençler? Şöyle anlatayım! Bir akademisyen için profesör olmak hedeftir, değil mi? 1982 öncesinde, profesör olmak için “eser üretme gereksinimlerini” sıralayayım! Sadece üniversitelerin bazı bölümlerinde “lisans bitirme çalışması” yapma zorunluluğu vardı, öyle bölümlerde, (örneğin Kütüphanecilik Bölümü’nde) sözü edilen çalışmayı bitirmek gerekiyordu diploma almak için. “Bu bir” diyelim. Lisans öğreniminden sonra, doğrudan doğruya doktoraya başlanabiliyordu; yine yalnızca bazı alanlarda “yüksek lisans” yapılması mümkündü. Yüksek lisans” vardı diyelim; o gereklilikten de “yüksek lisans tezi” doğardı. “Bu iki”. Sonra “doktora tezi” yazılması gerekirdi. “Eder üç”. Doçent olmak isteyenler, “doçentlik tezi” yazmalıydılar tabii.. “Dört” diyelim. Ayrıca, doçentlik sınavının bir bölümü de “doçentlik dersi”ni başarıyla vermekten geçerdi. Bu dersi de, çoğu doçent adayı yazma ihtiyacı hissederdi. O da bir yapıt oluşturdu diyelim; “beş”. Son olarak bir de, profesör olabilmek için “profesörlük takdim tezi” denilen bir eser yazmak gerekirdi. Toplarsanız, ve gördüğünüz gibi en fazla “altı” eserle profesör olunabiliyordu. Peki, tüm eserler ne vakit gözden geçiriliyordu, eski sistemde? O zamanlar bir de “ordinaryüs profesörlük” vardı; işte o süreçte... Ama o zaten, ana akademik yükselme sisteminden ayrı tutulan, özel koşulları olan bir akademik rütbe idi. Profesörlükle olan ilişkisi, orgenerallikle mareşallik rütbesi arasındaki ilişkiye benzerdi, bir bakıma... İyi oldu, bu vesileyle şu eski sistemin farkını gençliğe hatırlatmak! Çünkü yavaş yavaş unutuldu, nereden nereye gelindiği... İşte o zamanki, akademik yazım motivasyonunu desteklemesi beklenen yükselme sistemi buydu. Nasıl ama?

BİR PARÇAM YÖK ÖNCESİNDE, BİR PARÇAM DAHA SONRA

Yine de benim durumum biraz farklı.. Ben, akademik yükselmemin bir kısmını YÖK sisteminin gereklerine göre tamamladım. “Yardımcı doçent” olan ilk grup akademisyenlerdenim. Ancak benim gibi olanlara bakınca, kendi adına yazmanın çok da önemli olmadığı eski zaman koşullarından bir türlü tam kopamadığımızı görüyorum. O zamanlar, Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet İstatistik Enstitüsü, diğer bazı kamu sektörü kurumları ve özellikle Turizm ve Tanıtma Bakanlığı kurumsal adları altında yapılmış çalışmalarım, kendi adıma yazılmış olanlardan daha fazlaydı. Bu arada, hemen şunu vurgulamak istiyorum! Ben, isimsiz yaşamışlığımdan memnunum. Ayrıca, parmak izlerimin bulunduğu devletimi böylece daha çok sevme imkânına da kavuşmuş olabilirim. Sonraları, kendi adımı kullanarak daha fazla yazdım. 1988’de doçent, 1996’da profesör oldum.”. 

İçinde:  Dener, Hasan Işın: Kuru Özgeçmişe Niyet, “Dere-Tepe Düz Gittim”e Kısmet. Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi, Cilt  21, Sayı 1, Bahar: 7-16, 2010.Prof. Dr. Hasan Işın Dener Özel Sayısı. https://silo.tips/download/kuru-zgemie-niyet-dere-tepe-dz-gittim-e-ksmet#


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder