RUMELİ TÜRKLERİ VE YAHYA KEMAL
Mehmet Samsakçı
https://www.kosovaport.com/rumeli-turkleri-ve-yahya-kemal/
Yazının başlığı “Rumeli Türkleri ve Yahya Kemal”
olmakla beraber konuyu “Rumeli Türklüğü ve Yahya Kemal” başlığı altında açıp
burada Rumeli Türklüğünü, Türklerin Rumeli’deki varlığını Yahya
Kemal’in zaviyesinden ele almaya çalışacağız. Zira yeri gelince belirtileceği
gibi Yahya Kemal’de bir Rumeli Türk’ü portresi vardır fakat bununla beraber
şair-mütefekkirin Türk milletinin Rumeli topraklarındaki macerası hakkında
bugün bizim için çok aydınlatıcı, ufuk açıcı dikkatleri söz konusudur. Onun bu
önemli dikkat, tespit ve görüşlerinin temelinde elbette şairin Rumeli’nin en
Türk ve Müslüman beldelerinden birisinde, Üsküp’te doğmuş olmasının payı vardır
fakat Yahya Kemal’de Rumeli Türklüğünün bu kadar büyük ve önemli oranda yer
alması Rumeli topraklarının Türk siyaset ve medeniyet tarihindeki büyük ve
şerefli yeridir.
Bilinir ki Yahya Kemal için asıl Türk tarihi, 1071
Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu ve Rumeli’deki fetih, iskân ve medeniyet
hamleleri ile başlar. Ona göre Malazgirt öncesi mazimiz “kable’t-tarih”tir.[i] Bu millî tarih öncesi dönem elbette
bilinmeli ve araştırmalarıdır fakat Türk milletinin dünyaya sunduğu ve en güzel
örneğini verdiği medenî seviye 1071’den sonraki gelişmelerle elde edilmiştir.
Bununla beraber Yahya Kemal, bir mucize ve hatta zorunluluk olarak ele aldığı
“İstanbul’un fethi” bahsinde çok eski zamanlardan bu yana Türklerin yerleştiği
Rumeli’yi hatırlamadan, onu hesaba katmadan edemez.
İstanbul’un fethi, topraklarının bir kısmı Anadolu’da,
bir kısmı Rumeli’de olan Osmanlı Devleti için artık kaçınılmaz bir gaye veya
hedeftir. “Türk İstanbul” isimli konferansında Türklerin Anadolu’yu fetih ve
yurt edinmelerini etraflı bir şekilde ele alan Yahya Kemal, Rumeli’deki Türk varlığını, Osmanlı
fetihlerinden daha eski zamanlara kadar götürür ve pek dikkat edilmeyen bir
vakıaya değinir ki bu vakıa Osmanlı’nın Balkanlar’daki hızlı ve emin
yürüyüşünün arkasında bir milletin bir anlamda tarihiyle, o milletin
mensuplarının da sanki kardeşleriyle olan buluşmasıdır:
“Timur badiresi esnasında Anadolu’daki
arazisini muvakkaten kaybeden Osmanlı Türklerinin Rumeli’de sıkı
tutunmaları tarihin dikkate değer bir hâdisesidir. Gerçi Timur,
bir karış yakınına geldiği hâlde nasıl Trabzon’u almamışsa o kadar
yanına geldiği hâlde Bizans’ı da Rum sahiplerinin elinden almaya
teşebbüs etmemiştir. Fakat Osmanlı Türklerinin Rumeli’deki sağlam
tutunuşlarını Timur’un saldırma şevkinin azalmasında aramak kâfi
değildir. Bunun çok mühim
bir sebebi, Türklüğün Rumeli’de hayli eski bir zamandan beri yerleşmiş
olmasıdır. Osmanlıların Rumeli’yi fethedişlerindeki mucizevî
sür’atin de bir sebebi budur. Malazgirt’te Alp Arslan tarafına geçen Peçeneklerle
Kumanlar gibi, Osmanlıların Rumeli’ye geçişleri esnasında Trakya’da
bulunan Türkler de kendi ırklarından bu kuvvete karşı mukavemet etmemiş,
aksine, yardımda bulunmuşlardır.
Trakya ve Balkanlar’da
bu tarihte yine Peçenekler, Oğuzlar, Kumanlar ve Vardar Türkleri bulunuyordu.”
………………
Süleyman Paşa Rumeli’ye geçtiği ve Murâd-ı Hudâvendigâr
burada ilerlediği zaman işte bu Türk kavimlerle karşılaşmışlardı.
Bizim Çubukova’da mağlûp olmamıza rağmen Rumeli’de kalışımızın mühim
bir sebebi budur. Çünkü
bir kıt’ada askerle değil, milletle durulur. Bizim Rumeli’de duruşumuz,
burada kendi milletimizin bulunmasındandır.”[ii]
Türk tarihini yorumlayış bakımından çok önemli olan bu
dikkatin bizim için çarpıcı olan bir diğer tarafı da şairimizin, toprakta
kalmayı, ona sahip olmayı sadece askerî kuvvete değil, insan ve millet
varlığına bağlamasıdır. Bu da göstermektedir ki Yahya Kemal’e göre Türkler
Rumeli’yi ilk zamanlardan bu yana vatan olarak görmüşler, vatan olarak sevmiş
ve imar etmişlerdir. Bu imarın sadece maddî değil, aynı zamanda manevî
bir imar faaliyeti olduğunu eklemek gerekmektedir zira Balkanlardaki Türk
eserlerine bakıldığında yollar, hanlar, kaleler, köprüler kadar camiler,
medreseler ve dergâhların da karşımıza çıkması bundandır. Bunlar da kul ile
yaratıcının arasındaki manevî yol ve köprüler olsa gerektir. Hep biliyoruz ki
“fetih” kelimesinin siyasî ve askerî mânâsı bir yeri elde etmek ise de, kelime
anlamıyla fetih, “açmak” demektir. Bunu “açma”yı gönülleri, ufukları, hakikati
görmeyi engelleyen perdeleri açmak olarak almak, algılamak da mümkündür.
Rumeli ve Rumeli Türkleri’nin Yahya Kemal için ifade
ettiği mânâ nedir? Bu sorunun cevabını onun şiirlerinde, nesirlerinde ve
hatıralarında bulmak mümkündür. Yahya Kemal bir taraftan şair kimliğiyle Balkan
şehirlerinde geçirdiği çocukluğunu ve Rakofça kırlarının hür havasını hatırlar,
akıncı cedlerinin ihtiraslarını duyarken bir taraftan da tüm bu hatıraları bir
millete, o milletin bütün fertlerine teşmil etmesini bilir. Yahya
Kemal, şahsî rüyasını ve ıstırabını millîleştirmeyi başaran bir insandır.
Tanpınar’ın tabiriyle O, bütün milletin macerasını şahsî masalı olarak yaşamak
ister ve tersten bir bakışla denilebilir ki Yahya Kemal’in çocukluğunda duyduğu
acılar, hasretler, maddî-manevî bozgunlar aynı zamanda Devletimizin ve o
yıllarda milletimizin hissettiği şeylerdir. Yahya Kemal, kendi şahsını,
kolektif şahsiyetle, kendi ruhunu kolektif ruhla mezcetmiştir. Onun
içindir ki
Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden
diyerek acı çekerken bile millî kalmayı, millî olmayı
istediğini ihsas ettirir.
Şunu demek istiyoruz ki Yahya Kemal’in Rumeli’si
sadece tek bir kişinin, orada doğmuş herhangi bir şair veya aydının Rumeli’si
değildir; geniş bir araştırmanın konusu olacak bir tarih ve medeniyeti
telâkkisidir. Bu yüzden biz başlığımıza sadık kalarak şairimizin
zihnindeki ve ruhundaki Rumeli Türk’üne dönelim. Bu Rumeli Türk’ünün portresi ise şairin
hatıralarında adlarını, şahsiyetlerini zikrettiği, nihayet kendi çocukluğu ve
ruhundaki yerlerini anlattığı kişilerde saklıdır. Bu kişilerden en önemlileri
annesinin dadısı Fatma Hanım (Nana), dadısının kocası olan lalası Ali Zaim,
evin hizmetlilerinden Deli Ahmed, Uşak Hüseyin ve dadısı Zeynep’tir. Bu
kişileri Yahya Kemal, yalnız çocukluğunun renkli figürleri olarak değil, aynı
zamanda Rumeli Türklüğünün birer örnekleri olarak almakta, anlatmaktadır.
Hatıralarda
Fatma Hanım portesi şöyle çizilir:
“Sevgiden, vefadan
merhametten iyilikten yaratılmış ilâhî bir mahlûktu. Son derece huysuz olan
büyük validemin muhitinde yüksek insanlığın emsalsiz bir numunesi olarak
yaşıyordu. Sinirlenmek, darılmak, kin taşımak ne olduğunu bilmezdi. Ömründe
kimseye bir defa dürüşt bir söz söylememişti………….
Yeryüzünde onu tanımasaydım insanlık hakkında bedbin bir fikir taşıyarak
hayattan geçecektim…… Nanamı
tanımasaydım Ernest Renan’ın naklettiği Hazret-i İsa’yı ve Balzac’ın tasvir
ettiği Baba Gorio’yu iyi anlamazdım. Tabiatın hangi nadir madeninden
yaratılmıştı? Bunu bütün hayatımda düşüneceğim.”[iii]
Bu dadının eşi
olan lala ise, vakur, ağır, heybetli Rumeli Türkünün bir timsali Ali Zaîm’dir:
“Nanamın
kocası Ali Zaim, ikiyüz sene evvelki konaklarda selâmlığa ve hareme hükmeden
kâhyalardan biriydi. Hâl ve şânı tıpkı onlar gibiydi. Vakurdu. Yüksek bir
izzet-i nefis sahibiydi. İliklerine kadar sâdıktı. Herkesin nazarında
muhteremdi. Kıyafetçe heybetli idi. İyi işlenmiş, mavi çakşır ve mavi cepken
giyerdi. Geniş, lâhur kuşak sarınırdı. Boynundan asılmış gümüş bir köstek
taşırdı….” (a.g.e., s. 11-12.)
Bir diğer
portre, şairimizi Vardar Nehri’nde boğulmaktan kurtaran Deli Ahmed:
“Deli Ahmed,
iriyarı, uzun boylu, sarışın bir Türktü. Tuna ve Morava boylarından muhaceretin
hızı ile Vardar boylarına dökülmüş fütühat bakiyesinden bir adamdı. Bir
muhacirdi. Cüssesi, yürüyüşü, çatılmış kaşları, çenesinden aşağı sarkan munis
ve sarı bıyıkları, gözlerimi örten kaşları, açık göğsü, kabadayı tavrı, gür
sesi, hasılı her farikası eski Osmanlı devrinden olduğunu hatırlatırdı.
Cedlerimizin “deli” lâkabını kimlere verdiklerini onun şahsında tanımıştı. Deli
Ahmed zeki ve hoş bir adamdı, yalnız rind ve derya-dildi. Yüksek sesle ve
hiddetli gibi görüşürdü. Bunun için sevimli telâkki edilirdi.
………
Deli Ahmed benim gözümle gördüğüm son yeniçeri idi.” (a.g.e., s. 14-16)
Yahya Kemal’in
hatıralarında daha geniş ve nostaljiyle çizilen bu portreler, şairimizin
çocukluğunun yarı gerçek, yarı masalsı kahramanlarıdır ki insanlar konusunda
yaşı ilerledikçe ve tecrübesi arttıkça kötümser olan Yahya Kemal’e insanlık
konusunda sıcak hisler duyuracaklardır.
Rumeli ve Üsküp’ün Yahya Kemal’in şahsiyetindeki yeri
nedir?
Hocam Prof. Dr. Kâzım Yetiş’e göre şairin his, fikir
ve zevkini üç ana unsur teşkil eder: Bunlar mümin ve mutekit anne Nakiye Hanım,
Türk ve Müslüman Üsküp ve bir ilim ve sanat merkezi olan ve bütün büyüsüyle
Yahya Kemal’de derin izler bırakan Paris’tir. Bunlardan ilk ikisi
üzerinde – konumuzla alâkası bakımından – kısaca durmak isterim.
Şairin ilk
terbiyesi annesinden gelir. Çok hisli, imanlı, hassas bir kadın olan Nakiye
Hanım’dan şair, dini, milliyeti, vefayı, muhabbeti öğrenmiştir. Oğluna “Dünyada
yalnız iki kişiyi sev, Peygamber Efendimiz’i, bir de Sultan Murad’ı” diyen,
yine Hocam’a göre farkında olarak veya olmayarak oğluna birbirinden
ayrılamayacak iki mefhumu (din ve devlet) tanıtan ve sevdiren bir Türk
annesidir o. Yahya Kemal Kur’an-ı Kerim ve Muhammediye’yi
ilk defa annesinden dinlemiş, Ramazan akşamları ölülere Yasin-i Şerif okuma
alışkanlığını yine ondan edinmiştir.
Şairin yıllar
sonra “Kaybolan Şehir” başlıklı şiiriyle hatırlayacağı, taçlandıracağı Üsküp’se
dergâhları, camileri, türbeleri, ezan sesleri (ki şairi Paris’te en yabancı ve
Türk’e uzak ideolojilerden koruyacaktır), asırların zevk, şecaat ve terbiye
imbiğinden süzülmüş bir beldedir. Nihad Sami Banarlı’ya anlattığı hatıralarında
şair, şehir için şunları söylüyor:
“O
yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu
seslerle dolarak yetişiyordum. Minarelerde ezan başladığı zaman evimizde ruhânî
bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp’ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır,
bütün şehri bir mabed sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin
dudakları İsm-i Celâl’le kımıldardı. 1300 sene evvel Hazret-i Muhammed’in
Bilâl-i Habeşî’den dinlediği ezan, asırlarca sonra bizim semamızda hem dinî hem
millî bir musiki olmuştu. O anda semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî bir
sesle olduğunu hissederdim.
Lâkin bu sesler beni bütün ömrümce bırakmış değildir.
………………..
“Ben ailece Üsküp’lü
değilim, Niş’liyim. Fakat Üsküp’te doğduğum için iftihar ederim. Çünkü Üsküp,
Rumeli’de Türklüğün tekâsüf ettiği yerdir. O kadar Türk’tür ki her taşında
milliyetimizin ruhu şekillenir.”[iv]
Bir başka yerde
ise Üsküp’ü şu satırlarla hatırlar Yahya Kemal:
“Bu şehir
Fatih devrinin ruhanî bir mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı
rivayet ederdi ki ya Bağdat’ta bir evliya fazla imiş, yahud da Üsküp’te, ulemâ
henüz bu bahsi halledememiş. Lâkin Üsküp’ün evliyâları hep cengâverdirler.
Türbelerinin duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı kadar ağır ve büyük paslı
kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu…”[v]
Bütün bu nostaljik ve sıcak ifadelerin ötesinde Yahya
Kemal’in, Üsküp’ü, kaybedilen savaşların, zorunlu göçlerin ardından “hâlâ”
bizim olarak kabul ettiğini de belirtmemiz gerekmektedir. Zira Yahya Kemal’de
çok geniş ve sadece toprağa, coğrafyaya bağlı olmayan; göçlerin, savaşların ve
savaşlar sonrasında masa başında çizilen sınırların belirleyemediği,
hükmedemediği bir vatan telâkkisi vardır. Bu kabul, “Biz sende olmasak bile,
sen bizdesin gene” mısraıyla kristalleşmiştir.
İşte şairimiz için Rumeli böyle bir vatandır.
“Türkçe’in çekilmediği yerler vatandır” diyerek, orayı Türkçe konuşan bir kişiyle
bile vatan toprağı kabul eden bir görüştür bu. Yahya Kemal için Anadolu ve
Rumeli, birbirinden ayrılmaz parçalardır. Şairin Anadolu tabirini kullandığı
her yerde Rumeli de vardır, zira iki toprağın da mayasını aynı medenî seviye,
aynı ruh çalmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında gazetelere yazdığı yazılarda
Anadolu’nun Türk olduğunu ve Türk’te kalması gerektiğini ısrarla vurgulayan
Yahya Kemal, bazı yazılarında Rumeli’yi de hatırlar ve oradaki Türk unsurun
hakkını, toprağını savunur, özellikle Batı Trakya ve Edirne için yazılar
neşreder. Şairin zihninde, ruhunda ve muhayyilesinde Anadolu ve Rumeli’nin
“bir” ve birlikte yer alışının en sayısız örneklerinden yalnızca bir tanesi ise
şu mısralardır – ki manzumenin bütününde geniş imparatorluk coğrafyası önemli
ölçüde yer alır -:
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka– her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva’dan, Niğbolu’dan, Varna’dan, İstanbul’dan…
Anıyor her biri bir vak’ayı heybetle bu an;
Belgrad’dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar’dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı?
Görüldüğü üzere Yahya Kemal, hem Üsküp’te doğmuş
birisi hem de Türk medeniyet tarihini en iyi anlatıp savunan bir entektüel
olarak Rumeli topraklarına derin bir dikkatle eğilmiş, yaşadığı devir için de
bugün için de çok önemli ufuk açıcı görüşleriyle maddeten değilse bile manen
bizde olan o toprakları Türk ruhu ve hafızasına canlı çizgilerle nakşetmesini
bilmiştir.
Mehmet Samsakçı
[i] Yahya Kemal konu hakkında şunları
söylemiştir: “… Artık benim için 1071’den evvelki devirlerimiz kable’t-tarih,
fakat 1071’den sonraki devirlerimiz tarihtiler. Selçuk ve Osmanlı asırlarında
Anadolu, Rumeli ve İstanbul’a, manzara ve mimarî itibariyle verdiğimiz şekli,
lisanın yeni tecellisini, devlet ve medeniyetimizin yeniden yaratılış ve
yürüyüşünü, sanayimizin, hariçten bir çiviye bile muhtaç olmaksızın, vatanın
toprağından ve milletin eliyle yapılışını, ordumuzun bütün silâhlarını,
donanmamızın, beşyüz sene bütün tahta, demir ve yelkenleriyle kendi elimizden
çıkışını, hâsılı bütün bu terkibi şedid bir hayranlıkla idrak etmeye başlamıştım.”,
Nihad Sami Banarlı, Yahya Kemal’in Hatıraları, İstanbul Fetih
Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1997, s. 48-49.
[ii] Aziz İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul 2005, s. 24-25.
[iii] Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve
Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1999, s.
12-13.
[iv] Yahya Kemal’in Hatıraları, s.
26-27.
[v] “Karanlıkta Uyanan Biri”, Çocukluğum,
Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıarlarım, s. 46.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder