Anadolunun Ruhu Tasavvuf, Felsefe, Siyaset Konuşmaları.
PROF. DR. Mahmud Erol Kılıç
“Anadolu’yu, Büyük Bilgelerin Nefesi Mayalamıştır”
……………………….
“Bütün bu fizikî problemlere rağmen Mahmud Erol Kılıç a göre
tarîkatların hâlen mâneviyat yanı güçlüdür. Geleneğin ihmal edilmemesi gereken
boyutu da bu mâneviyat yönüdür. Mâneviyat ocakları olan tarîkat yapılarının
Anadolu bilgeliğinin oluşumundaki katkıları azımsanmayacak orandadır.
Mâneviyata teşne olan Anadolu insanı, bilge kimselere daima kucak açmıştır;
irfânın nazlı bir gelin gibi olduğu bilincinden hareketle büyük âriflerin
irfânına iltifat etmiştir. Özellikle Mevlânâ ve İbn Arabî Anadolu insanının
gönlünü besleyen iki büyük âriftir.”
……………
“Batı ezoterik akımlar, içi ihmal ederek zamanla dışa
kaymıştır. Dışla daha ilgilidirler; onlar için politik teorileri daha öndedir.
Bu yüzden bilge kişi üretmek yerine artık politikacı, entrikacı, stratejist
üretir olmuşlardır. Peki, amaç olarak masonlukla tasavvuf arasında çatışma var
mı yok mu? Ya da bâzı tasavvuf ekolleri de geçmişte dünyevî egemenliğe talip
miydi, değil miydi? Konuya şöyle bakmalıyız: Pre-modern dönemlerdeki İslâm
uygarlığında İslâm siyâsî erklerinin neredeyse hepsi ezoterik temellere
dayalıydılar. Bütün sultanlar istisnâsız bir velî önünde diz çökmek sûretiyle
meşruiyet (legitimize) kazanırlar. Sâdece tahta geçmekle sultan olunmaz,
Osmanlı sultanının sultanlığa başlangıç anı, Eyüp Sultan da nakîbu l-eşraf
tarafından kılıç kuşatılmasıyla gerçekleşir. Mânevî hiyerarşi bakımından üstte
olan ehl-i beyt soyundan gelen bir seyyiddir; nakîbu l-eşraftır. Pâdişah onun
önünde eğilerek kılıcını kuşattıktan sonra sultan olur. Dolayısıyla
pâdişahların özel dînî inançları dikkatle incelendiğinde şu görülecektir: Biz
mutlak monark değiliz, meşrutî monarkız, biz âriflerin/mânevî ustaların/rûhânî
efendilerin hizmetkârıyız. Yeryüzünü düzenlememiz, irfânı düzenlemek içindir.
Bu anlamda meselâ; Pâdişah-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş, Bir velîye bende olmak cümlede
evlâ imiş. diyen Yavuz Sultan Selim dir. Yâni Bir dünya pâdişahı olmak kuru
laftan ibâret. Gerçek sultanlık aslında bir bilgeye talebe olabilmek imiş.
diyor. Modern siyâsette ise tam tersine bilgelik dışlanmıştır. Tam bu
noktada sosyolog Ernest Gelner in Şerif Mardin Hoca ya söylediği bir söz aklıma
geldi, diyor ki: Türk erkeğinin Cumhuriyet öncesi iki özelliği vardı. Biri
maçoluk, diğeri sûfî eğitim netîcesinde kazanmış olduğu zengin bir dervîş
kalbi. Tıpkı bir şövalye gibi... Modern dönemle beraber, o sûfî eğitim
kesilince ortada Türk erkeğinin sâdece maçoluk özellikleri kaldı. Tasavvufî
Eğitim Bir Seviye Kazandırma Eğitimidir Bu açıdan baktığımızda mânevî eğitim
verilmesi konusunun artık Türkiye de, -elbette ki ilmî açıdan- tartışılması
gerekmektedir. Tarîkat kelimesi -ki ülkemizde tabu kelimelerdendir- aslında
sanılandan daha geniş anlamlıdır. Tarîk yol demektir. Bu geniş anlamıyla
aslında masonluk da dâhil birçok felsefî okul, fonksiyonel olarak bakıldığında
birer tarîkattır. Fakat bu ismi kullanmazlar. Dolayısıyla tarîkatı total olarak
reddetmek yerine, belki iyi-kötü ayrımı yapılabilir. Ama tarîkatı tamamen
dışladığınız zaman bu yapılanma yok olmamakta bilakis tüm oluşumlarıyla yer
altına inmektedir. Bu rûhî ihtiyaçların tatmin edildiği oluşumlar sâdece ad değiştirip
bir yerlerde devam eder.”
…………..
“Modernlik öncesi bütün toplumlarda, -buna Rönesans öncesi
Avrupası da dahil- Bilge Kral anlayışı vardı. Platon der ki, Ya krallar bilge
olmalı, ya bilgeler kral olmalı. İşte bu rahip/bilge/mürşid kral anlayışında kutsal
olanla profan olanı beraber tutabilme özelliği vardır. Bu ikisi zaman zaman bir
kişide buluşabilir. Bizde meselâ Velî Sultan bâzan olmuş, II. Beyazıd için
Beyazıd-ı Velî tâbiri kullanılmıştır. Zâten yükseliş dönemine gelinceye kadarki
Osmanlı sultanlarının her birinin bireysel, mânevî hayatlarının da oldukça
yüksek kalitede seyrettiğine dâir târihî kayıtlar vardır. Yükseliş döneminden
sonrakilerde ise durum biraz farklılık arz ediyor. Ezoterik Osmanlı târihine
bakacak olursak, bana göre III. Murat bu konuda kilit noktadır. Ondan sonra
ezoterik olan, egzoterik olan tarafından işgal edilmeye başlanıyor yavaş yavaş.
Maddî İktidar, Rûhânî Otoriteye Tâbi Olmalıdır Aslında sorduğunuz soru bu
açıdan önemli. Demek ki bunlar bâtınî olana/ezoterik olana bağlıysalar o zaman
bâtın, bir şekilde zâhiri -iyi veya kötü- yönlendirmiş oluyor. Evet, gelenek
der ki yeryüzünde asgarî mutluluğun sağlandığı dönemler ve yerler içle,
bâtınla, ezoterik olanla ne kadar uyumlu olduğuna göre belirlenir. Yâni
ezoterik olanla doğru oranda iyi ilişki kurulup denge sağlanıyorsa işte o
zamanlarda, dıştaki iktidar/güç ona göre adalet, bilgelik ve hikmet saçıyor.
Dış iktidar ve gücün, içten ve mânevî alandan kopmasıyla bu denge bozuluyor. Bu
durum bir bakıma baştanbaşa bir insanlık târihi ve dinler târihi problemidir.”
…………………
“Anadolu’yu, Büyük
Bilgelerin Nefesi Mayalamıştır
Anadolu dendiğinde nereyi, neyi kastediyoruz?
Anadolu, biliyorsunuz Anatolia kelimesinden geliyor.
Etimolojisinden yola çıkacak olursak, - uzmanları çok daha iyi bilir ama-
güneşin doğduğu yer anlamında, bugünkü Yunan adasından Anadolu ya baktığımız
zaman Yunanlıların bu topraklar için kullandığı bir kelimedir Anatolia. Güneşin
doğduğu yer demektir. Dolayısıyla bir bakıma maşrıktır. Maşrık, yâni güneşin
yükseldiği yer. Anadolu topraklarından yükseliyor güneş. Dolayısıyla biz o
kelimeyi Türkleştirmişiz, İslâmîleştirmişiz, ona değişik bir anlam haritası
eklemişiz. Bugün Anadolu, o etimolojik kökenlerinden kopmuş, çok farklı bir
hâle gelmiştir. Bugün tabiî ki Anadolu, sâdece coğrafî isim olarak, daha çok
taşrayı, İstanbul dışı kültürü ifâde eder anlamda kullanılıyor. Oysa, Osmanlı
döneminde, Rumeli yi de kapsayan siyâsî bir coğrafyanın adı olarak
kullanılıyordu. Dolayısıyla Anadolu ve Rumeli bir bütündür o mânâda baktığımız
zaman. Dolayısıyla Anadolu kelimesini hangi anlamda kullanacağımızı tespit
etmemiz gerekir. Osmanlı döneminde, irfân coğrafyamız açısından bakılacak
olursa, Mîsâk-ı Millî yi aşan, hatta Halep ve Şam a uzanan bir Anadolu
görüyoruz. Kuzey Irak a, Tebrîz e doğru giden, Nahçıvan a, Saraybosna ya, Kırım
a uzayan bir Anadolu coğrafyası... Anadolu bu mânâda bir potadır, buraya Horasan erenleri de geliyor.
Kuzey Afrika dan dervîşler de geliyor. Araplardan, Balkanlar dan velîler
geliyor. Çok enteresan bilgiler var bu konuda. Büyük bilge Abdullah Bosnevî var
meselâ. Bosna da doğuyor. İstanbul da ders görüyor, Kâhire de dersine devam
ediyor. Konya da vefat ediyor, mezarı Konya da. Önemli oranda İbn Arabî den
etkilenmiş, o kaynaktan beslenmiş. Bunun gibi, doğduğu yer ile âhirete göçtüğü
yer itibarıyla bize Anadolu denilen coğrafyanın sınırlarının ne denli geniş
olduğunu gösteren birçok bilge var. Esasen, Anadolu yu besleyen ana damarlardan
birisi, Muhyiddin İbn Arabî dir. Endülüslü... İspanya da doğuyor. On yıl kadar
Malatya da yaşıyor. Sivas ta bir kış geçiriyor. Konya da yaşıyor; ama Şam da
vefat ediyor. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Belh te doğuyor. Konya ya yerleşiyor,
Konya da vefat ediyor.
Hz. Mevlânâ Anadolu yu gezmiş midir?
Belh te doğduğunu, Konya da öldüğünü biliyoruz.
Başka bir beldeye gitmiş midir?
Konya ya gelmeden evvel Hz. Mevlânâ ve âilesinin Anadolu
topraklarına bugünkü Irak coğrafyası üzerinden girdiğini düşünecek olursak,
Aksaray, Kayseri ve Karaman a uğradığını, daha sonra Konya ya yerleştiğini
biliyoruz. O hat çok
önemlidir. Bugün Konya dan Malatya ya doğru giden bir ticâret yolu üzerinde
bulunan ama aynı zamanda bilgelik havzası bakımından zengin bir hattır.
Aradaki köyler, kasabalar, şehirler, Selçuklu döneminde önemli ilim-irfân
merkezleridir. Oradaki kervansaraylar, dârüşşifâlar, diyebiliriz ki dünyadaki
en önemli bilgi üretim merkezleridir. Konya- Erzincan hattı böyledir. Ve bunun
üzerindeki bâzı bölgeler Tabiî ki eksenler, târih içerisinde kayabiliyor. Yâni
bir dönemde o hat önde olabiliyor. Bir başka dönemde başka bir çizgi öne
çıkabiliyor. Selçuklu döneminde o çizgi çok önemliydi. Velâyet Allah ın
Dostluğunu Kazanmaktır
Velî kimdir? Anadolu yu mayalayan velîler kimlerdir?
Vasıfları nelerdir?
Velî,
Anadolu tâbiriyle eren dir, belirli bir irfân seviyesine, kendini tanıma
düzeyine ermiş kişidir. O seviyeye erdiği içindir ki, kendisine eren veya ermiş
denir. Arapçada bilge kişiye, velî deniliyor. Velâyet sahibi, velâyeti elde
etmiş kişi demektir. Onlar nâdir insanlardır. Ortalamanın üzerindedirler.
Böylesi yetkin insanlar az bulunur. Her toplumun içerisinde, bu tür insanların
sayısı azdır. Bu seviyeye çıkmış insan sayısı arttığı zaman, ister istemez o
toplumun kalitesi artar. Modern zamanlara gelinceye kadar, Anadolu insanının
bütün hayat değerlendirmelerini, bu kavrayış üzerine kurduğunu görüyoruz. Yâni
bir insân-ı kâmil olmak, bir bilge, bir velî olmak, sultanın da, pâdişahın da,
vezirin de, âlimin de, çiftçinin de herkesin en büyük özlemidir.
Velâyet ne anlama geliyor?
Velâyet, yeryüzündeki insânî hayatın anlamını öğrenip
keşfetmek, sırlara vâkıf olmak, Allah ın dostluğunu kazanmaktır. İnsan o hâle
gelince, heyecanı gider, telaşı kalmaz, dünya kaygıları biter. Ondan dolayı
etrafındaki insanlara muamelesi değişir. Kavgacı, parçalayıcı, bölücü olmak
yerine hep iyiyi görmeye çalışır, pozitif enerji yayar etrafına. Birleştirici, barıştırıcı bir
fonksiyonu ifâde ettiğinden dolayı Anadolu erenleri dediğimiz bu grup, her
zaman Anadolu da ihtilâfların ortadan kaldırılmasında olumlu bir işlev
görmüştür. Gayb ile şehâdet âlemi arasında, Kur ân la insanlar arasında,
devletle toplum arasında tercüman olmuşlardır. Toplumun içerisindeki bâzı
ihtilâfların çözümünde her zaman bu bilge kişilere başvurulmuştur. Bilge,
kendini bilen kişi dir. Velîler, etrafına ışık saçan kişilerdir. O ışıktan
mahrum kalındığı zaman diğer insanlar kendi başlarına yollarını
bulamayacaklarından, tâbir câizse câhil olduklarından dolayı, rüzgâr nereye
eserse oraya yönlenmiş, bâzı kötülüklere doğru da yönlendirilebilmişlerdir.
Dolayısıyla insan, dönüştürülebilen bir varlıktır. Siz kâmil insanlarla onları
eğittikten sonra, o toplum kemâle doğru, güzelliğe doğru ilerlerken kâmil
insanları çekseniz; o toplumun kötüye doğru meylettiğini, dönüştüğünü
görebilirsiniz. Dolayısıyla
bu bir tercih meselesidir. Modernlik öncesi dönemlerde siyâsî erkin de, ilim
erkinin de tercihi, her zaman birer kâmil insan, model insan olmak yolunda
olmuştur. Hem kendilerini hem toplumları, bu hedefe doğru yönlendirdiklerinde,
tabiî ki hedef büyük olunca, varılamasa bile o yolda giderken insan olgunlaşır.
Herkes belki kâmil insan olamayabilir. Maksat o yola çıkmış olmaktır. Ama doğru
hedefe yönelmek gerekir. Karıncanın hacca gidiş öyküsü gibi. Kaç senede
gideceksin ki? dediklerinde, Yola koyuldum ya, kaç senede gidersem gideyim,
fark etmez! gibi bir cevap veriyor. Dolayısıyla toplumların fikrî, toplumsal ve
ahlâkî idealleri önemlidir. Ekonomik, siyâsî vs. alanlara bu idealler sonraki
süreçlerde mutlaka yansır. Dolayısıyla toplumlara bir felsefe, bir hedef, bir
gâye tespit edilmesi bu mânâda çok önemlidir. İrfan Nazlı Bir Gelin Gibidir
Anadolu insanının o rûhu vardı zâten, diyorsunuz Vardı. Çünkü Anadolu
kültürünün içerisinde rûh üfleyicileri vardı. Anadolu ya farklı bölgelerden
bilgeler gelmişlerdi. Burada bir terkip, iyi bir aşı vardı. Demek ki, bu
toprakların bir rüçhaniyeti vardı.
Niye bir Endülüs bilgesi olan İbn Arabî kalkıp Anadolu ya
geliyor? Niye Mevlânâ nın âilesi dünyada birçok yer bulabilecekken gelip
Anadolu ya yerleşiyor?
Bunların hepsinde şöyle bir sebep var: Su, nasıl yatağına
doğru akarsa, yüksek irfân, yüksek bilgelik de onu alabilecek, hazmedebilecek
bir yer bulduğunda tabiî olarak oraya meyleder. O dönemdeki Anadolu insanının irfân seviyesi, bilgeliği
anlama seviyesi o kadar yüksektir ki başka yerlerde bu hüsn-i kabûlü göremeyen
bilgeleri, Anadolu ya geldikleri zaman beyler, şeyhler, sultanlar şehrin
dışında, atlarından inerek karşılamaktadır. Düşünebiliyor musunuz, Muhyiddin
İbn Arabî, Kâhire ye geldiği zaman, ulema tarafından öldürülmek istenmiştir.
Ama Konya ya girerken sultan, onu şehrin girişinde karşılamış, atını ona verip
kendisi yanında yürümeyi tercih etmiştir. Gerçek sultan sizsiniz efendim!
diyerek... Bu iki bakış açısı, tabiî ki ister istemez, bilgelerin burada
toplanmasına sebebiyet vermiştir. Bu mayayı muhafaza etmek çok önemlidir. Size
bir maya katılır, bir aşı yapılır; ama aşıyı korumak da çok önemlidir. Onu
koruyamadığınız zaman, Yûnus un beytinde olduğu gibi, Göçtü kervan kaldık dağlar
başında diyebilirsiniz. Dolayısıyla bunları dâvet etmek, yâni yeniden bu
bilgeliği çağırmak, belki şahıs dâvet etmekten ziyade o mertebeyi, o
güzellikleri dâvet etmek çok önem arz ediyor.
İbn Arabî nin gezilerinin özel bir anlamı var mı?
Bilgeler,
genellikle yeryüzüne bilgi saçmayı hedefledikleri için sürekli gezerler.
Doğduğu yerde vefat eden bilge sayısı çok azdır. Dolayısıyla meselâ İbn Arabî
nin Anadolu ya gelmesi; Kâbe de murâkabede iken kendisine, Kalk ve Anadolu ya
git! mânevî işâreti geldikten sonra olmuştur. Kalk, Rum a git! Rum, Anadolu nun
o zamanki adı. Bu şekilde gelir. Yolda, Kirmanî diye bir zatla karşılaşır. O da
aynı işâreti almıştır, Bağdat taraflarından Anadolu ya gelmektedir. İrfân,
nazlı bir geline benzetilir bizim geleneğimizde. İltifat gördüğü yere doğru
meyleder. İltifat görmediği yerde, baş tacı edilmediği yerde de çantasını
toplar ve ayrılır. Bu, dönem dönem farklı olabilmiştir. Anadolu daki bu
toplanma gerçekten önem arz ediyor. Aslında Osmanlı ve Selçuklu öncesine,
Bizans dönemine baktığımızda da Anadolu da bâzı özellikler görüyoruz. Yâni
Bizans ın içindeki dînî çatışmalardan bunalan bâzı bilgelerin, Bizans dönemi
mistiklerinin, Keşiş Dağı denilen yere, Bursa dağının eteklerine çekildiğini,
Kapadokya ya doğru geldiklerini; Anadolu nun bâzı dönemlerinde, yâni İslâm
gelmeden evvelki dönemde de Hıristiyanlığın ya da diğer dinlerin mâneviyat
erbabının burada yaşadığını görmekteyiz. Bu da çok önemli ve bu rûh aşağı
yukarı devam ediyor. O kadar devam ediyor ki, bunlar bâzan birbirine
karışabiliyor da. Meselâ bugün Sivas Merkez Câmii nin karşısındaki yatırda
yatan zatın köken itibarıyla bir Hıristiyan azîzi olduğu rivâyet edilir. Bu
geçişlilikler çok önemlidir. İstanbul da Kilise Câmi vardır. Yâni kilise
kilisedir, câmi câmidir. Ama bu adı dahi çok önemsenmemiştir. Bir ibâdet
mekânıdır ve Kilise Câmi denmiştir adına. Bunun benzerine dünyada başka bir
yerde rastlamanız zordur.
Kiliseden câmiye döndürüldüğü için mi böyle anılıyor?
Kiliseden câmiye döndüğü için ama burada dikkat çeken şudur:
Demek ki, Anadolu insanı kelimelere takılmıyor. Kelimeler üzerine bir
bağnazlığı yok; yâni, kilise kelimesi onu rahatsız etmiyor. Onu muhtevası
ilgilendiriyor; yâni, İçi boştu, ben onun içini doldurdum. diye düşünüyor,
rahatsızlık duymuyor.
Kilise neydi?
İbâdet mekânıydı. Şimdi ben yine ibâdet mekânı hâline
getiriyorum. diyor. Hiçbir zaman, bizdeki gibi câmiyi ahıra, bâzı ülkelerde
olduğu gibi bir ibâdet mekânını diskoteğe döndürmüş değildir Osmanlı. Yâni
fonksiyonu neyse o devam ediyor. İbâdet mekânı yine ibâdet mekânı olarak devam
ediyor. Hatta adını dahi değiştirme ihtiyacı hissetmiyor. Kiliseyken yanına bir
câmi koyuyor, Kilise Câmi oluyor. Bakınız bu dahi Anadolu insanının ne kadar
hoşgörülü bakabildiğinin göstergesidir. Osmanlı da Bilgeler Kurucu Unsurdur
Osmanlı medeniyetinin oluşumunda bilgelerin rolleri ne
olmuştur?
Osmanlı
yerleşim yerlerinde, ilk zümreleşmelerin olduğu dönemlerde, Osman Gazi nin,
Orhan Gazi nin yanında bilgelerin bulunduğunu görüyoruz. Bunlar hem bilge hem
de fakîhler. Tursun Fakı gibi zatların isimlerindeki fakı kelimesi, Osmanlı nın
teşekkül döneminde bilge mânâsında kullanılmıştır. Kezâ, o dönemlerde, Abdal
Mûsâ ların, Geyikli Baba ların bulunduğunu görüyoruz. Genel itibarıyla
âriflerin, bilgelerin Osmanlı medeniyetinin teşekkülünde katkılarının büyük
olduğunu biliyoruz.”
…………………….
“Dervîş Mâneviyat Kapısında Durandır Dervîş, kapı gözetleyen
demektir. Yâni kapıda duran, mâneviyat kapısında, irfân kapısında bir ışık bekleyen
kişi. Bunların değişik adları vardı: Dervîş, sûfî, mürîd, tâlip, sâlik, velî,
bilge, irfân ehli, gönül ehli, kâmil, ârif, âşık, sâdık vs... Anadolu insanı,
daha çok dervîş adını vermiştir.”
…………………..
“Târih boyunca, Doğu ile Batı dünyası bir alışveriş içinde
olmuştur. Etkilenmiş, etkilemişlerdir. Bu, zâten târihin önümüze getirdiği
verili bir durum. Ama biz, modernleşmeyi radikal biçimde Batılılaşma olarak
algılama hatasına düştük. Bu dilemmadan kurtulmamız gerekiyor. Tabiî öncelikle
kendi mirasımızı yeniden keşfetmemiz lâzım. İkincisi, belki daha önemlisi,
komplekssiz, rahat bir şekilde, bütün dünyaya bakabilmeli, yeryüzünün hâsıl
ettiği birikimi tahlil edebilmeli, insanlık için faydalı olanı alabilmeliyiz.
Krizden çıkmak için başka yollar var mı? Gelenekle ilişkilerimizi
güçlendirmeksizin modern dünyanın sorularına cevap üretemeyiz. Biz yitirdiğimiz
şeyi başka yerlerde arıyoruz. Biz, imtiyazlıyız. Çünkü tecrübe ettiğimiz,
yaşadığımız bir geleneğimiz var. Bu geleneğin her ne kadar üstü örtülmüş, ihmale
uğramışsa da tekrar keşfedilecek bir târihî tecrübeye sahibiz. Yapacağımız şey,
yeni bir mayalanma, buna bağlı bir terkiptir. O açıdan simyacılara ihtiyacımız
var. Bilgeler, bu topraklara, târihin her döneminde, o mayayı yeniden çaldılar.
Aynı şekilde bizim de ihtiyacımız olan budur. Eksik olan bunu tek taraflı
düşünmektir. Tek kanatlı kuş uçmaz. Tarîkatlar Bir Spor Ya da Hobi Kulübü
Değildir.”
………………………….
“Meselâ biz erkekler tıraş oluruz. Tıraş aslında çok
tehlikeli bir eylemdir. Bir berbere gideriz, berber koltuğuna otururuz. Hiç gık
çıkarmadan berber eline jilet denen çok kesici bir aleti alır ve gırtlağımızın
üzerinde dolanır. En ufak bir hareketi ile bizim hayatımız gider. Hiçbirimiz
bir laf söylemeden, ölünün ölü yıkayıcıya teslim olduğu gibi berberin
sahasındaki otoritesine teslim oluruz. O da sanatını üzerimizde icra eder.
Fakat biz dersek ki hey berber ne yapıyorsun, öyle yapma, böyle yapma. Berber
kulağımızdan tuttuğu gibi git defol, başka bir yer bul, der. Yalnız burada bir
problem vardır. O da şudur, tıraş olmak istiyorsanız, berberin önüne oturmak
zorundasınız. Eğer hakîkî bir berberin önüne oturmazsanız orada problem olur.
Kasapta tıraş olunmaz. İşte ölünün ölü yıkayıcısına teslim olması hadisesi
herkese göre değildir. Herkese teslim olunmaz. Onun için tasavvufta İmam
Gazzâlî, der ki, gerçek kâmili buluncaya kadar şüphe esastır. Şüphe
edeceksiniz, neden niçin? Ama kâmili bulduktan sonraki şüphe kemâle mânidir.
Perdeli kalmaya mahkûmiyettir. İşin hakîkatini bilenler ortadan kalktığı için
mi hikmet arayanlar tüccarların eline düşüyor? Doğrudur. Ehil olmayanların
eline düştüğü için. Oysa bunlar antik Yunan ın felsefe okulları gibi veyâhut
Hindistan ın bilgelik okulları gibi çalışabiliyorlardı eskiden. Buralardan
yüksek kültür ve sanat erbabı yetişebiliyordu. Yüksek ahlâk, irfân ve terbiye
bir medeniyetin en önemli yapı taşlarıdır. Şimdiki hâlimizi görüyorsunuz.
Alternatif olarak bu değerlere muâdil değerler üretebildik mi? Bunun sonucunda
da insan kalitemiz çok bozuldu. İnsan kalitemizin bozulmasını maalesef
sorumlularımız göremiyorlar. Bunun turizmde, ekonomide, ihrâcatta ne gibi
negatif tesirleri olduğunu, bizlere neler kaybettirmeye başladığını rakamlar
vermeye başlayınca belki anlayacaklar Tarîkatta Birincil Gâye Seyr ü Sülûktür
Tarîkatın iyi ya da kötü olduğunun ölçüsü nedir? Böyle bir eğitim anlayışını
kendi iç felsefesine göre tanımlarsanız, yâni nefs basamaklarında ilerlemek
sûretiyle ortaya iyi bir insan, kâmil bir insan çıkarmak düşüncesi var ise
tarîkatta, buna kim kötüdür diyebilir? Ayrıca bunun pratik olarak incelenmesi
de mümkündür. Meselâ mahkeme kayıtlarına bakılır ve kaç tarîkat mensubu
cinâyet, hırsızlık, uyuşturucu ticâreti, hakka tecâvüz vb. gibi suçlardan
ispatlanmış cezâlar almış ise ortaya bir istatistik konabilir. Ancak o zaman,
bilimsel olarak ortada kötü vatandaş üreten bir yapı var hükmüne varabiliriz.”
…………………
“Bugün yeni Müslüman olan birine hemen Kur ân hediye edilir.
Gelenekte böyle bir şey yoktur. Tasavvuf geleneğinde kâmil insan sözü yayar ve
ona yürüyen Kur ân denir. O kişinin sohbetinde bulunulur, ondan feyz alınır.
Şimdi insanı değil kitabı esas alma merakı ortaya çıktı. Bilge insanlar bugün
yok mu? Var; onları çok yüksek mevkilerde aramaya da gerek yok. İnsanın özünü
anlayan kâmil insanlar her yerden karşımıza çıkabilir. Tuvalet bekçisi ya da
bakkal olabilir; ama şimdi lafazanların devri ve boş lakırdıya itibar ediliyor.
Davranışla öğretmeye önem verilmiyor. Eskiden Galata Mevlevîhânesi ne
giderdiniz; orada İsmail Ankaravî ve Şeyh Gâlib vardı. Kâmil insanlar olarak Mesnevî
yi anlatırlardı. Yenikapı Mevlevîhânesi n d e Osman Selahaddîn Dede vardı.
Bahâriye Mevlevîhânesi n d e Hüseyin Fahreddîn Dede vardı. Hiçbiri size, niye
zahmet ettin buraya kadar, al sana şu yayınevinden çıkmış Mesnevî. Oku öğren,
demezdi. Kendileri anlatırdı. Tasavvuf geleneğinde böyledir, insân-ı kâmil
önceliklidir. Bir bilenden dinlersiniz önce. Dînî kurallar için de böyledir.
Tasavvufta insan önce gelir. Kısacası ben öncelikle bir bilene danışılmasını
öneriyorum Mesnevî için.”
………………………….
“Öyle sözleri vardır ki Mevlânâ nın, bir sözüyle ciltler
dolusu kitaplar yazılabilir. Çünkü bu tür bilgeler prensiplerle uğraşır,
detaylarla uğraşmaz, bir söz söyler, o söz üç kelimeden meydana gelir; ama siz
ondan on ciltlik bilgi çıkarırsınız. O açıdan muhteşemdir sözleri.”
………………………..
Sufi bilgeler
……………………
“Yine bir söyleşinizde eski Çekoslovakya Devlet Başkanı
Havel in 21. yy toplumları, o toplumda kaç tane bilge, kaç tane filozof
olduğuna göre değerlendirilecek, sözünü alıntılıyorsunuz. İslâm felsefesi
üzerine düşünürsek, yeterli sayı oluşmuş mudur? Şu an için eskiden üretilmiş
olanların son halkalarını yaşıyoruz.”
…………………
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder