11 Mayıs 2020 Pazartesi

İLBER ORTAYLI KİTABI : GELENEKTEN GELECEĞE SEÇTİĞİM CÜMLELER: EN ÖNEMLİ CÜMLELER



İLBER ORTAYLI KİTABI : GELENEKTEN GELECEĞE
SEÇTİĞİM CÜMLELER: EN ÖNEMLİ CÜMLELER

“Türk romanı, Tanzimat’tan bu yana değişen çevreyi algılayamayan aydının elindedir.” (23.s.)
“Günümüz aydını kendini ifade etmek istediğinde herhangi bir Ortadoğu ülkesinin aydınına göre çok daha az tabu ile karşılaşıyor. Bunda laik gelişmelerin büyük payı vardır. (24.s.)
“Belki bu imkan ve alışkanlığı edinmek konusunda Avrupalılar gibi uzun mücadeleler geçirmediğimizden olacak, laik ideolojinin resmen yerleştirilmesinin Türkiye toplumu için ne büyük bir tarihi imkan olduğunun bilincinde değiliz”. (24.s.)
“Geleneksel kültürü aramak, Türk toplumunun özgünlüğünü saptamak ve Türk romanını kendi özgün koşullarımızIa yaratmak gibi teorik safsataların hiçbir anlamı yoktur. Asılolan, zengin içerikli roman yazmaktır. “ (25-26.s.)
“Kendi içine kapanık insanlar verimsizdir ama toplumlar saldırgan ve zararlı olur. Türk aydınının dünyaya kapalı olduğunu söylüyoruz ama açıldığı zaman daha beter kapandığını pek söylemiyoruz. (25-26.s.)
" ... Dış dünyaya hem kendi değerler sistemimizden koparak, hem de onlara bağlı kalarak birlikte bakmayı bilmek gerekir. Türk aydını idarenin sansüründen önce kendi kafasındaki sansürü ve kapalılığı yıkmak zorundadır.” (25-26.s.)
“19. yüzyıl sonunun girdabına karşı durmak zorunda kalan Osmanlı Türk aydınları, onun bu günlük politikası yüzünden kara cahil kaldılar. Bu ezik adamlar Meşrutiyet'ten sonra bir imparatorluğu sırtlayıp ateş ortasından geçeceklerdi, geçemediler tabii ...”  (28.s.)
“Osmanlı siyasi ve kültürel tarihini 19. yüzyıldaki kadar ahmaklık ve zekanın bir arada sırtladığı görülmemiştir. “ (30.s.)
“Bu ülkede şimdiye kadar en saygın iş gören ve ilerleme gösteren takım, aydınlardır.” (32.s.)
““Osmanlı imparatorluğu 15-17. yüzyıllardaki klasik eskiçağ ve Ortaçağ imparatorluklarını adeta restore ederek yeniçağ imparatorluklarının böğrüne uzanmıştı. Ama askerlik ve yönetimdeki başarıları, bilim ve düşünce hayatındaki eserlerle paralellik göstermiyor.”. (48.s.)
“Yıkılış diye adlandırılan dönemde Türk dili daha da gelişmiş, toplumsal, idari kurumlarımız modernleşmiş, nihayet Türkler ve diğer Osmanlı milletleri çağdaş anayasal sisteme geçişte önemli adımlar atmışlarsa, bunun niçin gerileme ve yıkılış diye betimlendiğini hala anlamış değilim.” (58.s.)
“Osmanlı bilginleri gördükleri saygıya oranla, çağlarının bilimini, Yeniçağ dünyasının uyanışını toplumlarına getirememişlerdir.” (81.s.)
“Ortada bir gerçek vardır: Türkçe klasik biçimine henüz ulaşmamıştır.” (87.s.)
“1930'lardaki sadeleşme hareketi 100 yıldır süregelen bir keşmekeşi bitirmeyi amaçlayan gerekli bir radikal girişimdi. Bu nedenle dil devrimini Türkiye tarihinin övünçle sahip çıktığımız bir olayı olarak nitelendiriyoruz.” (90.s.)
“ Türk aydınının asıl dikkatle kendisini eğitmesi gereken alan, ana dilinde düşünme alışkanlığıdır, yani cümlenin yapısını iyi kurmasıdır.” (92.s.)
“Türk dili, düşünürken kelime ve cümle yapısını iyi değerlendiren yazarlarla gelişecektir. ” (93.s.)
“Türkiye tarihinin mutlu bir olayı Arap, Iran, Yunan, Slav vs. gibi kültürlerin üzerinde yerleşmiş olmamızdır. “ (93.s.)
“Bizim toplumumuzda devlet otoritesini her yere sokmak eğilimi pek yaygındır..” (95.s.)
“Türkler tarihi boyunca bağımsız yaşamış ve dillerini hem bürokraside, hem de edebiyatta kullanmış bir ulustur. “ (97.s.)
“Türk dil devriminin büyük önderi Atatürk, bu nedenle Dil Kurumu’nu önerilere rağmen Akademi haline getirmemiş, bir dernek olarak bırakmıştı”. (98.s.)
“Maalesef bizim ülkemizde, seçkin geniş bir kadro oluşturacak sayıda büyük dil bilginleri yoktur”. (98.s.)
“Yeni Türk alfabesi, Türk fonetiğinin özellikleri iyice düşünülerek hazırlanmıştır ve bugünkü Türk alfabesi sayesinde Türkçe, imla sorunu en az olan dillerdendir”. (109.s.)
“Türk toplumu harf devrimi ile büyük bir değişmeye girmiş değildir, değişmeye giren Türk toplumu harfleri değiştirmek zorunda kalmıştır. Ancak bu değişiklikten 1928'de en hararetli taraftarlar bile çekiniyordu. Kararı tek başına veren Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) olmuştur.” (111.s.)
“Bizde kentsoylu düzeni başlangıcından itibaren ulusal değil de, uluslararası gücün uzantısı olduğu için lonca kültürünü temel almak şöyle dursun, bir kenara kakalamıştır.” (144-145ss.)

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
YUKARIDA YER ALAN EN ÖNEMLİ CÜMLELER  VE DİĞER ÖNEMİ CÜMLELER
“Eğer sanatçılarımız hakkındaki değerlendirmelerimizi, kültürel yaşamımızı yorumlayışımızı ve önerilerimizi yazarak, tartışma alışkanlığına erkenden geçse idik, ulusal değerlerimiz hakkında kapalı kapılar ardında karar verilemez, daha geniş gruplara hesap vermek gereğini duyan yöneticiler daha olumsuz işler yapar ve sorumlu davranmak zorunda kalırlardı”. (11.s.)
19. yüzyılın yarısından beri dil, edebiyat, siyasal hayat üzerinde tartışıyoruz ve üniversitemizin nasıl olması gerektiğini planlıyoruz”. (12.s.)
Gerçekte 19. Yüzyılda Batıdaki özgürlüğün ve kültürel gelişmenin Türklere askeri-teknik gelişmelerden çok daha az yansıdığını söylemek gerek. Türkiye’de tarih, tarih felsefesi, sosyoloji ve edebiyatın, Mekteb-i Tıbbiye’deki, tıp ve mühendis mekteplerindeki hendese ve mekanik kadar başarıyla okutulacak biçimde gelişemedikleri gerçektir”. (21.s.)
“Bu siyasal ve düşünsel çocukluğun başlıca nedeni, ilk elde Osmanlı İmparatorluğu’nun geri teknolojisi ve ekonomisinden çok, siyasal ve sosyal baskıdır. Yani idarenin baskısı kadar, kapalı toplum yapısı içindeki okul, cami, tekke ve aile gibi grupların nefes aldırmazlığı…” (22.s.)
“Bulgarlar Yunanlıların yaptıklarından 18. yüzyıldan beri etkileniyordu. Sırplarla Bulgarlar bir kültür alışverişi içinde idi. Ama Osmanlı Türkü herkese kapalı idi; bunun dinin sınırlamasıyla ilgisi yok. Nitekim Müslüman Arap, Türkle çok ilgilenmezdi. Sözde Arapça bilen Türk aydınlarının bile Araplar arasında neler olup bittiğinden haberleri yoktu. Kapalı kompartımanlar halinde yaşayan Osmanlı milletlerinin ilişki azlığı, Osmanlı idaresinin başından beri teşvik ettiği bir politikaydı. Ancak bu kapalılıktan en son kurtulanlar, daha doğrusu kurtulamayanlar Türkler olmuştu. 19. yüzyılda bu cemaat sisteminin eskimiş ve gülünç bir politika olduğu açıktı, ama üstünde fazla düşünen de yoktu. Bu anlamda Panislamizm bile lafta ve yaftada kalmış, hiçbir zaman imparatorluğun müslüman halklarının karşılıklı kültürel alışverişini hızlandıran bir ideoloji ve hareket haline gelememiştir.” (22.s.)
19. yüzyılın düşünsel ve kültürel kısırlığını doğuran bu kapalılığın halen büyük ölçüde süregittiğini belirtmek gerekir. Türkiye'de düşünce ve sanat alanında tam bir özgürlük ve dış dünyaya açılma hareketi yok. Gene ne Yunanlılar, Bulgarlar, Macarlarla, ne de İran ve Arap dünyasıyla kültürel alış-verişimiz var. Uzaklardaki Amerika ve Fransa bize yanıbaşımızdaki Araplardan, Balkanılılardan, Ruslardan daha yakın .” (22.s.)
“Herkes Türkiye'nin hızla değiştiğinden söz ediyor. Elhak öyledir. 150 yıldır Türk halkı yapısal değişmenin ve bundan doğan farklı nitelikteki olaylar zincirinin içindedir. Ama bu değişmenin etraflı ve derin bir tasvirini yapacak edebiyat ve düşüncemiz yok. Olamaz, çünkü ne olduğumuzu anlamak için etrafı iyi tanıyıp kendimizle karşılaştırmak gerek, ilham almak gerek. ..
Değişen insan-çevre ilişkilerini kavrayacağımız ve toplumumuza yeni bir soluk verecek, yol gösterecek bir edebiyat yaratamadığımız açık. Türk romanı, Tanzimat’tan bu yana değişen çevreyi algılayamayan aydının elindedir.” (23.s.)
“Çağdaş olmakla aktüel olmak farklı şeylerdir. Bütün sorun da bu engeli kırabilmektedir. Türk şiirinin, romana göre daha zengin ve renkli oluşunun nedeni burada ortaya çıkıyor. Önce geleneği var. Sonra kullandığı dil kendine özgüdür.” (24.s.)
“Günümüz aydını kendini ifade etmek istediğinde herhangi bir Ortadoğu ülkesinin aydınına göre çok daha az tabu ile karşılaşıyor. Bunda laik gelişmelerin büyük payı vardır.Türkiye idarede ve hukuki yapıda Tanzimat'tan beri pratik bir ihtiyaç ile laik sisteme doğru yöneliyordu. Cumhuriyet laik toplum ve devletin düzenlenmesini tamamlamış, üstelik eskisinden farklı olarak laik ideolojiyi getirmiştir. Yani laiklik, ilk defa olarak Türk toplumunda tabuları yıkma alışkanlığının devlet eliyle toplumun bireylerine kazandırılması demekti. Belki bu imkan ve alışkanlığı edinmek konusunda Avrupalılar gibi uzun mücadeleler geçirmediğimizden olacak, laik ideolojinin resmen yerleştirilmesinin Türkiye toplumu için ne büyük bir tarihi imkan olduğunun bilincinde değiliz. Cumhuriyet'le tabuyu yıkabilmek imkanı doğuyor, böyle bir toplumda aydının özgürce kendini geliştirebilmesi, ne dersek diyelim kolaylaşmıştır. Bu ülkede edebiyatın gelişememesinin suçu sadece idarecilerde ve idari mevzuatta değildir. Bazen aydınlarımızın dar kafalılığı da birinciler kadar zararlı olabilmektedir. Azra Erhat'ın deyişiyle; "Sanatçının bu ülkede dirisi kadar ölüsü de rahat bırakılmıyorsa" aydın grubu da biraz düşünmelidir. Aydının düşünce çıkmazından kurtulmasının yolu Doğululuk-Batılılık kavgası değildir kuşkusuz.” (24.s.)
“Geleneksel kültürü aramak, Türk toplumunun özgünlüğünü saptamak ve Türk romanını kendi özgün koşullarımızIa yaratmak gibi teorik safsataların hiçbir anlamı yoktur.Asılolan, zengin içerikli roman yazmaktır. Zaten o zaman Türk romanı ve Türk romancılığı gibi kavramlar da ulusal piyasada kendiliğinden doğar. İyi bir eğitimden geçen ve dünyaya açık ulusal aydın grubu sadece romanda değil, edebiyatın her alanında aynı başarıyı gösterecektir. Hatta edebiyatın dışında Türkiye'de ünlü Avrupa tarihçileri, İtalyan sanatı tarihçileri, İspanyol edebiyatı uzmanları veya İran'ın toplumsal yapısını iyi bilen sosyologlar, Afrika ülkelerinin ekonomisini yakından tanıyan uzmanlar gibisinden aydın tipler yetişmedikçe bu ülkede iyi romancı ve tiyatro yazarının yetişememesi de doğaldır. Kendi içine kapanık insanlar verimsizdir ama toplumlar saldırgan ve zararlı olur. Türk aydınının dünyaya kapalı olduğunu söylüyoruz ama açıldığı zaman daha beter kapandığını pek söylemiyoruz."Avrupalıyız" diyoruz. Balkanlar ve Ortadoğu'dan çok sık söz ediyoruz ve zaten o bölgede yaşıyoruz, ama bizde dışa açılma sadece Anglo-Sakson kanalı ile olur. Bugünkü dünyada aydının olaylara egemen olabilmesi, onlara farklı gözlüklerden bakabilmesi ile mümkündür. Bir haberi bile Newsweek'den okumak başka şeydir, Le Monde'danbaşka ...Dış dünyaya hem kendi değerler sistemimizden koparak, hem de onlara bağlı kalarak birlikte bakmayı bilmek gerekir. Türk aydını idarenin sansüründen önce kendi kafasındaki sansürü ve kapalılığı yıkmak zorundadır.”(25-26.s.)
“19. yüzyıl sonunun girdabına karşı durmak zorunda kalan Osmanlı Türk aydınları, onun bu günlük politikası yüzünden kara cahil kaldılar. Bu ezik adamlar Meşrutiyet'ten sonra bir imparatorluğu sırtlayıp ateş ortasından geçeceklerdi, geçemediler tabii ...İmparatorluk nasıl olsa dağılacaktı, dağıldı da. Ama dağılana kadar Anadolu gençliği Yemen ve Balkan jandarmalığında, aydınlar da sansürün baskısında eridi. Cumhuriyet daha ilk anda aydın kadroların sıkıntısını çekerek hayata adımını attı. Son Osmanlı aydın kuşağını Çanakkale'de, Kafkaslarda, Arap çöllerinde kaybetmiştik.” (28.s.)
“19. yüzyıl, gelenekle çağdaş olanın, cehalet yanında bilimin çarpıcı örneklerle yaşadığı devirdir. İstanbul halkı Tıbbiye hocasından üfürükçüye, üfürükçüden eczacıya dolanırdı. çoğu kibar ailenin Fransızca mürebbiye getirdikleri oğullarını, bir yandan da Mevlevi dergahına götürüp şeyhin elini öptürüp tarikata soktuğu bilinir. Osmanlı siyasi ve kültürel tarihini 19. yüzyıldaki kadar ahmaklık ve zekanın bir arada sırtladığı görülmemiştir.Çağdışı ideolojilerin içinde çağdaşlık, en çağdaş geçinen siyasal hareket ve ideolojilerde de donukluk ve gelenekçilik yan yana yaşıyordu.” (30.s.)
Bu ülkede şimdiye kadar en saygın iş gören ve ilerleme gösteren takım, aydınlardır. Farklı yanları olsa da, hepsinde ortak olan renk budur.” (32.s.)
“19. yüzyılın tarihçileri arasında sınırsız yazma yeteneğine sahip tek adam Hammer değildi. Onun kadar derin araştıran ve çok yazanlar bütün Avrupa'da vardı. Günümüz insanının çok daha az yazması, çok yazınca çok saçmalamasının ilginç sosyo-kültürel nedenleri olmalıdır.” (37.s.)
“Osmanlının savaş tekniği ve savaş düzenini Avrupalı 17. yüzyıl sonlarına kadar ancak altedebilmiştir, ama düşünce ve edebiyat dünyası için böyle bir üstünlük veya paralellik söz konusu değil”. (47.s.)
“Osmanlı imparatorluğu 15-17. yüzyıllardaki klasik eskiçağ ve Ortaçağ imparatorluklarını adeta restore ederek yeniçağ imparatorluklarının böğrüne uzanmıştı. Ama askerlik ve yönetimdeki başarıları, bilim ve düşünce hayatındaki eserlerle paralellik göstermiyor. Osmanlı tarihyazıcılığı çağdaş Avrupa tarihyazıcılığının yanında ilginç bir görünüme sahiptir. Bu tarihçilik gerçi Ortaçağın geleneksel tarihyazıcılığının bir adım ilerisindedir ama, çağının dünyasının yöntem ve bilgi olarak gerisindedir.” (48.s.)
“Görünen o ki, vekayiname geleneğini Cevdet Paşa aşmıştır. Ardından gelenler, onun yöntemini geliştirmek bir yana, gerisinde kaldılar. Ta ki genç kuşak Osmanlılar sahneye çıkana kadar. Ama Cevdet Paşa gibi mütebahhirini bulmak zor.”(50.s.)
“Yavuz Selim ise koyu bir sünni Müslümandı ve Balkan Hıristiyanlarını İslamlaştırmak konusundaki eğilimini bazı ulema zor önlemişti.”. (52.s.)
“Osmanlı tüccarı ve zenaat erbabından hiç kimse bu imparatorluğun tüketim normlarına, kültürüne ve yaşam tarzına etki yapacak durumda değildi. 1500'lerde bir sancak beyinin yıllık geliri 12000 altın duka civarında iken, Bursa'nın en zengin tüccarının terekesinden 4000 altın çıkmıştı *. Zenginlik ve parlak yaşayış büyük imparatorlukta Batı Avrupa toplumlarındaki gibi ortaya çıkmıyordu.” (54.s.)
“Yıkılış diye adlandırılan dönemde Türk dili daha da gelişmiş, toplumsal, idari kurumlarımız modernleşmiş, nihayet Türkler ve diğer Osmanlı milletleri çağdaş anayasal sisteme geçişte önemli adımlar atmışlarsa, bunun niçin gerileme ve yıkılış diye betimlendiğini hala anlamış değilim.” (58.s.)
“Osmanlı adamı büyük hayallerin ve büyük misyonların taşıyıcısı olarak görmemiştir kendisini.” (58.s.)
“Ne 13. yüzyılda, ne de daha sonra Britanya parlamanterizmi, eski Yunan ve Roma'daki meclislerle kendi varlığı arasında bir bağ kurmamıştır. Fakat çağdaş demokrasi bugünkü niteliğini İngiliz demokrasisinin yedi asırlık gelişimine borçludur. Britanya, sanayi devriminde öncü bir ülke olduğu gibi çağdaş demokraside de ağırbaşlı bir öncü olmuştur.” (64.s.)
“Avrupa uygarlığının insanlık tarihindeki tartışılmaz en önemli katkısı, demokrasiyi kitlelere mal eden bir siyasal mekanizmayı geliştirmiş olmasıdır. Avrupa demokrasisinin çekirdeği, güçlü mahalli idare geleneğidir. Bir takım şehirler ve bölgeler kendi mali kaynaklarını, halkın temsilcilerinden oluşan kurulların kararları doğrultusunda kullanmaya  başlamışlar ve elde ettikleri bu özerkliği hükümdarlığın merkezi otoritesine karşı kıskançlıkla korumuşlardır. Hükümdarların kendilerine savunma ve güvenliklerini sağlama karşılığında bir takım vergi ve angarya yüklemesini engellemek için mahalli kolluk kuvvetlerini de kendileri kurmuşlardır.” (64.s.)
“Son iki yüzyıllık demokrasi mücadelelerine bakarak diyebiliriz ki, Avrupalılar tarih yaşamamışlar, tarih yapmışlardır.” (65.s.)
“Osmanlı ülkelerinin anayasal monarşi düzenine geçişi bir tesadüf sonucu değildir. Bazılarının ileri sürdüğü gibi anayasa, büyük devletlerin baskılarından dolayı hazırlanmış bir belge de değildir. Belirli bir tarihsel gelişim sonucu gerçekleşen Osmanlı Anayasa metni, o tarihte Avrupa kıtasındaki en genç anayasa da değildi.” (67.s.)
“II. Meşrutiyet döneminin ilk yılları siyasal hürriyetlerin kullanılışı, çeşitli düşünce akımlarının ortaya çıkıp örgütlenmesi yönünden Türkiye tarihinin altın sayfalarından biri sayılmalıdır. II. Meşrutiyet'te toplum ve devlet hayatımızda laik bir sisteme geçiş de başlamıştır.” (68.s.)
“Darulfünun'un, yani üniversitemizin özerkliği de bu dönemde gündeme gelen ve kısmen gerçekleştirilebilen, Türk eğitim tarihinin onurlu bir olayıdır.” (68.s.)
“Oysa gerçek böyle değildir. Bireyin temel hak ve özgürlükleri dahil pek çok anayasal kurum bizim toplumumuzda yüzyıllık bir mücadele sonucu yakın zamanlarda yer ettiği halde, bilim adamlarının veya ulemanın özerk ve masun (dokunulmaz) olmaları pek eski bir gelenektir.” (77.s.)
“Osmanlı toplumunun en dokunulmaz, servet ve rütbeleriyle en çok güvence altında yaşayan sınıfı, ulema idi. Aldıkları yüksek ücretler, katl ve müsadereden masun (dokunulmaz) olmaları ellerinde büyük servetlerin birikmesini sağladı. Ayrıca yüksek rütbeli bir ilmiyye sınıfı üyesinin ya oğlu ya damadı bu meslekte kolayca yükseldiğinden bu yaşayışı kuşaklar boyu sürdürebiliyorlardı.” (79-80ss.)
“Osmanlı bilginleri gördükleri saygıya oranla, çağlarının bilimini, Yeniçağ dünyasının uyanışını toplumlarına getirememişlerdir. Ama onlardan böyle bir gayret ve beceri isteyen de olmamıştır. Osmanlı bilginleri, yaşadıkları toplumdaki bürokratik sistemin ve ideolojinin sürmesini sağlayacak bilgiyi öğretmek ve danışma görevini yerine getirmekle yükümlüydüler, Ulema bunu yapmıştır.” (81.s.)
“… fakat Alman üniversiteleri eski parlaklığına ulaşamamıştır ve ulaşmaları da olası görünmüyor.” (84.s.)
“30 sene önce lise öğretmenleri toplumda saygın yeri olan aydınlardı. Kuşkusuz bu saygınlığın nedeni vardı.”. (85.s.)
“Ortada bir gerçek vardır: Türkçe klasik biçimine henüz ulaşmamıştır.” (87.s.)
“Esasen 19. Yüzyıl ortalarında Münif Paşa, Osmanlı imlasının ve Arap harflerinin ıslahını, Azeri reformatör Mirza FethaliAhundof ise Latin harflerinin kabulünü önerdiler”. (89.s.)
“1930'lardaki sadeleşme hareketi 100 yıldır süregelen bir keşmekeşi bitirmeyi amaçlayan gerekli bir radikal girişimdi. Bu nedenle dil devrimini Türkiye tarihinin övünçle sahip çıktığımız bir olayı olarak nitelendiriyoruz.” (90.s.)
“Konuşulan günlük dilin (ki hiçbir ülkede birkaç bin kelimeyi geçmez) üzerinde yapılan sürekli sadeleştirmeden çok hukuk, tıp, mühendislik ve doğa bilimleri alanında ciddi bir Türkçeleştirmenin  örgütlü ve yaygın bir biçimde sürdürülmesi gerekir. “ (91.s.)
“ Türk aydınının asıl dikkatle kendisini eğitmesi gereken alan, ana dilinde düşünme alışkanlığıdır, yani cümlenin yapısını iyi kurmasıdır.Osmanlıca veya İngilizce düşünüp kurulan bir cümlede yeni "sözcükler" kullanmak hiçbir şekilde Öztürkçe yazmak demek değildir. Örneğin fiilleri ikinci yerde kullanarak devamlı devrik cümle yapmayı seven bazı yazarlarımızı iyi yazar saymak mümkün değildir.” (92.s.)
“Çünkü Türkçe, Arapça ve Yunanca gibi ek ve kök yapısının zenginliğinden dolayı ekseri Avrupa dillerinin tersine anlam tamamlayıcı yan cümlecikleri gerektirmeyen bir dildir. Türk dili, düşünürken kelime ve cümle yapısını iyi değerlendiren yazarlarla gelişecektir.Yoksa bir yazarın her gün, yabancı kökenli kelimeleri Öztürkçeye çevirmekle dilimizi ve edebiyatımızı geliştirecek bir çaba da bulunduğunu söylemek güçtür.” (93.s.)
“Türkiye tarihinin mutlu bir olayı Arap, Iran, Yunan, Slav vs. gibi kültürlerin üzerinde yerleşmiş olmamızdır. Türkçemizde birçok dilden kalabalık bir kelime hazinesi vardır. Bu dillerin ise dünya uygarlığını yaratan Akdeniz ve Ortadoğu halklarına ait olduğu açıktır. Şu halde Türkçemizdeki bu renklilik utanılacak değil, övünülecek bir özelliktir. Tarih, dilimize bu renkliliği bağışlamıştır.” (93.s.)
“Türk Dil Kurumu, büyük Atatürk'ün örneği az bulunur biçimde gerçekleştirdiği bir bilim kuruluşudur. Kurumun özerk statüsü, kendi mali kaynakları, dil araştırmalarının yapılması ve dilin geliştirilmesi için bulunmaz bir nimettir. Sorumluluğu olan her aydının bu kurumun varlığını ve özerk statüsünü elinden geldiğince savunması gerekir.” (93.s.) (Yazının tarihi: Eylül 1982)
“ Acıdır ama, yaşayan dil bilginlerimiz içinde Radloff, N. Man veya Ghiarmaty'lerin, Şemseddin Sami'lerin varlığını kim ileri sürebilir? Bugün bile Türkolojinin büyük ustaları yabancılardandır.” (94.s.)
“Öteden beri Fransız Akademisi'ni göstererek dilin üzerinde resmi ve mutlak bir kontrol kurulmasını savunanların bu tekil örnek üzerinde durmaları anlamsızdır. Almanca, akademi kontrolü dışında, büyük yazar ve düşünürlerin üsluplarının etkisiyle gelişti. Rusçayı Puşkin ve izleyicileri ve hayranları bugünkü haline getirdiler. Bu büyük kalabalığın içinde İmparatorluk Bilimler Akademisi üyesi pek azdı. İtalyanca -ki aslında Fransızca kadar eski ve klasik bir yazı dilidir- dahi akademisiz gelişti. Bizim toplumumuzda devlet otoritesini her yere sokmak eğilimi pek yaygındır. Bu garip eğilimimizden hiç değilse dil konusunda vazgeçmemiz gerekir O halde dil çalışmaları konusunda Dil Akademisi'ni değil, Türk Dil Kurumu'nu etkili bir kuruluş olarak yeğlemeli ve yaşaması için tüm desteği vermeliyiz.” (95.s.)
“Türkler tarihi boyunca bağımsız yaşamış ve dillerini hem bürokraside, hem de edebiyatta kullanmış bir ulustur. Bu nokta üzerinde önemle durmak gerektiği kanısındayız. Bizde Türkçenin tarih boyu ihmal edilip kullanılmadığı gibi bir tez bilinçsizce ve sıkça tekrarlanır ki yanlıştır. Türkçenin devlet ve edebiyat dili olarak (hem halk, hem de divan edebiyatında) kullanımı bazı Avrupa uluslarının bu alanlarda kendi dillerini kullanılmağa başlamalarından daha önceye rastlar.” (97.s.)
“Türk dil devriminin büyük önderi Atatürk,bu nedenle Dil Kurumu’nu önerilere rağmen Akademi haline getirmemiş, bir dernek olarak bırakmıştı”. (98.s.)
“Maalesef bizim ülkemizde, seçkin geniş bir kadro oluşturacak sayıda büyük dil bilginleri yoktur”.(98.s.)
“Unutulmaması gereken bir gerçek de şudur: Alman, İngiliz, İtalyan ve Rus dilleri ve edebiyatları, akademilerin güdümünde ve denetiminde değil, büyük yazar ve düşünürlerin eserleri ve onların izleyicileri sayesinde gelişmiştir”. (100.s.)
“…Çünkü 18. yüzyıla kadar okur-yazar oranı %5-10'u geçen ülke yoktur.” (104.s.)
“ Ülkede ortaokullar (rüşdiye) her yerde açılıyor, yeni yeni sivil okullar kuruluyordu. Yaygınlaştırılmak istenen eğitim dolayısıyla Arap harflerinin Türk dili ile olan uyuşmazlığı sorunu kendini hissettirdi. “ (107.s.)
“Latin harflerinin bilinmeyen ve kendini gizleyen bir taraftarı, Ali Vehbi Bey’in yayımladığı hatırata göre Sultan II. Abdülhamid’dir”. (107.s.)
“Fakat basılan kitabın az ve halkın büyük çoğunluğunun ümmi olduğu o zamanki Türkiye'de iddiaların tersine bu değişim fazla bir yıkım yapmadı. Yeni harflerin öğrenimi yaygınlaştıkça kitabevleri de eskisinden çok kitap sattılar”. (108.s.)
“Yeni harflerin kültürel mirasla ilişkiyi kopardığı tezi pek doğru değildir. 1928'e kadar Türkçe basma kitap sayısı 30 bin civarındadır. Bunların da hepsi okunacak kitap değildir. doğa bilimleri alanında önemli bir miras söz konusu değildi”. (109.s.)
“Yeni Türk alfabesi, Türk fonetiğinin özellikleri iyice düşünülerek hazırlanmıştır ve bugünkü Türk alfabesi sayesinde Türkçe, imla sorunu en az olan dillerdendir”. (109.s.)
“Türk toplumu harf devrimi ile büyük bir değişmeye girmiş değildir, değişmeye giren Türk toplumu harfleri değiştirmek zorunda kalmıştır. Ancak bu değişiklikten 1928'de en hararetli taraftarlar bile çekiniyordu. Kararı tek başına veren Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) olmuştur.”(111.s.)
“1920’lere yarım yüzyıl sonra, 1980’ler Türkiyesi’nden baktığımızda, göze çarpan iki olgunun hukuk ve harf devrimi olduğu görülür. Bunlar tarihte değişiklik yapan büyük bireylerin gerçekleştirdikleri işlere iki örnektir”. (111.s.)
“Türkler bu kokuşmuş kurumların yerine daha adilini getireceklerinden, kolayca yayılacaklardı ve ilk önce batıya yürüyeceklerdi, Çünkü doğuya şimdilik yeni bir şey getiremeyeceklerdi. Anadolu'yu reformla eski durumuna getirmek, o anarşi ortasında otoriteyi kurmak için güçlü olmak gerekti. Anadolu'ya bu küçük toplum daha başlangıçta yeni bir düzen getiremezdi. Sadece birbirini yiyen beyliklerin arasında kaybolur giderdi.Ama, yeni ülkeler ve gelişen bir yönetim sistemiyle güçlenen devlet, sonraları Anadolu'yu da içine aldı.” (Devlet Ana romanından söz ediliyor. 132.s.)
“Osmanlı toplumunun temel eğitim kurumu, medreseden önce, sözlü kültürdür.” (137.s.)
“20. yüzyıl başında ülkemize giren pozitivist düşüncenin izleyicileri bile sözde bilimin her alanda yol göstermesini istiyorlardı, ama bilimin her alanda öncü olabileceği bir toplumsal yapı var mıydı? Var olan yapı buna uygun değilse nasıl değiştirilmeliydi?  
Bunları düşünen yoktu. Ziya Gökalp bile ulusal ekonomiden, ulusal pazar ve ulusal özgirişimden söz eder ama bu iyi dileklerini gerçekleştirmek için gereken toplumsal-yapısal değişikliklerden söz etmez.” (141-142ss.)
“Gerçekte Osmanlı imparatorluğunda loncalar ve esnaf bütün ülkenin çeşitli dil, din, töre ve gelenekleriyle diyalog kuran, bu renkliliği özünde toplayıp yaşatan ve geliştiren tabakadır. Bu tabaka imparatorluğun çeşitli bölgelerine ait yerel sanatın sentezini yapmış, çeşitli lehçe ve ağızlardan ortaklaşa zengin bir İstanbul dili çıkarmıştır. Bütün ülkenin üretilmiş eşyasını, törelerini bu tabaka kadar inceliğiyle bilen olmamıştır. Eğer Türkiye'de bir kentsoylu sınıfı ve kültürü doğabilse idi, bunun ulusal temelini feodal bir kurum olan lonca kültürü hazırlayacaktı. Bu Batıda böyle olmuştur. Bizde kentsoylu düzeni başlangıcından itibaren ulusal değil de, uluslararası gücün uzantısı olduğu için lonca kültürünü temel almak şöyle dursun, bir kenara kakalamıştır.İşte Musahipzade bu kakalamaya karşı haklı olarak isyan etmiştir. Ulusal kültürün ve geleneğin temeli olması gereken lonca düzeninin ürünlerini onun için savunuyor ve geçmişte de bu zenginliği ezen ulema, vüzera gibi egemen feodal grupları hırsla taşlıyor. Bunun içindir ki, Musahipzade'nin bu öfkesi ve trajik çelişkisi Türk tarihinin ve devriminin çelişkisidir diyoruz. “ (144-145ss.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder