İLBER ORTAYLI KİTABI : GELENEKTEN GELECEĞE
SEÇTİĞİM CÜMLELER: EN ÖNEMLİ CÜMLELER
“Türk
romanı, Tanzimat’tan bu yana değişen çevreyi algılayamayan aydının elindedir.”
(23.s.)
“Günümüz
aydını kendini ifade etmek istediğinde herhangi bir Ortadoğu ülkesinin aydınına
göre çok daha az tabu ile karşılaşıyor. Bunda laik gelişmelerin büyük payı
vardır. (24.s.)
“Belki
bu imkan ve alışkanlığı edinmek konusunda Avrupalılar gibi uzun mücadeleler
geçirmediğimizden olacak, laik ideolojinin resmen yerleştirilmesinin Türkiye
toplumu için ne büyük bir tarihi imkan olduğunun bilincinde değiliz”. (24.s.)
“Geleneksel
kültürü aramak, Türk toplumunun özgünlüğünü saptamak ve Türk romanını kendi
özgün koşullarımızIa yaratmak gibi teorik safsataların hiçbir anlamı yoktur.
Asılolan, zengin içerikli roman yazmaktır. “ (25-26.s.)
“Kendi
içine kapanık insanlar verimsizdir ama toplumlar saldırgan ve zararlı olur.
Türk aydınının dünyaya kapalı olduğunu söylüyoruz ama açıldığı zaman daha beter
kapandığını pek söylemiyoruz. (25-26.s.)
"
... Dış dünyaya hem kendi değerler sistemimizden koparak, hem de onlara bağlı
kalarak birlikte bakmayı bilmek gerekir. Türk aydını idarenin sansüründen önce
kendi kafasındaki sansürü ve kapalılığı yıkmak zorundadır.” (25-26.s.)
“19.
yüzyıl sonunun girdabına karşı durmak zorunda kalan Osmanlı Türk aydınları,
onun bu günlük politikası yüzünden kara cahil kaldılar. Bu ezik adamlar
Meşrutiyet'ten sonra bir imparatorluğu sırtlayıp ateş ortasından geçeceklerdi,
geçemediler tabii ...” (28.s.)
“Osmanlı
siyasi ve kültürel tarihini 19. yüzyıldaki kadar ahmaklık ve zekanın bir arada
sırtladığı görülmemiştir. “ (30.s.)
“Bu
ülkede şimdiye kadar en saygın iş gören ve ilerleme gösteren takım,
aydınlardır.” (32.s.)
““Osmanlı
imparatorluğu 15-17. yüzyıllardaki klasik eskiçağ ve Ortaçağ imparatorluklarını
adeta restore ederek yeniçağ imparatorluklarının böğrüne uzanmıştı. Ama
askerlik ve yönetimdeki başarıları, bilim ve düşünce hayatındaki eserlerle
paralellik göstermiyor.”. (48.s.)
“Yıkılış
diye adlandırılan dönemde Türk dili daha da gelişmiş, toplumsal, idari
kurumlarımız modernleşmiş, nihayet Türkler ve diğer Osmanlı milletleri çağdaş
anayasal sisteme geçişte önemli adımlar atmışlarsa, bunun niçin gerileme ve
yıkılış diye betimlendiğini hala anlamış değilim.” (58.s.)
“Osmanlı
bilginleri gördükleri saygıya oranla, çağlarının bilimini, Yeniçağ dünyasının
uyanışını toplumlarına getirememişlerdir.” (81.s.)
“Ortada
bir gerçek vardır: Türkçe klasik biçimine henüz ulaşmamıştır.” (87.s.)
“1930'lardaki
sadeleşme hareketi 100 yıldır süregelen bir keşmekeşi bitirmeyi amaçlayan
gerekli bir radikal girişimdi. Bu nedenle dil devrimini Türkiye tarihinin
övünçle sahip çıktığımız bir olayı olarak nitelendiriyoruz.” (90.s.)
“ Türk
aydınının asıl dikkatle kendisini eğitmesi gereken alan, ana dilinde düşünme
alışkanlığıdır, yani cümlenin yapısını iyi kurmasıdır.” (92.s.)
“Türk
dili, düşünürken kelime ve cümle yapısını iyi değerlendiren yazarlarla
gelişecektir. ” (93.s.)
“Türkiye
tarihinin mutlu bir olayı Arap, Iran, Yunan, Slav vs. gibi kültürlerin üzerinde
yerleşmiş olmamızdır. “ (93.s.)
“Bizim
toplumumuzda devlet otoritesini her yere sokmak eğilimi pek yaygındır..”
(95.s.)
“Türkler
tarihi boyunca bağımsız yaşamış ve dillerini hem bürokraside, hem de edebiyatta
kullanmış bir ulustur. “ (97.s.)
“Türk
dil devriminin büyük önderi Atatürk, bu nedenle Dil Kurumu’nu önerilere rağmen
Akademi haline getirmemiş, bir dernek olarak bırakmıştı”. (98.s.)
“Maalesef
bizim ülkemizde, seçkin geniş bir kadro oluşturacak sayıda büyük dil bilginleri
yoktur”. (98.s.)
“Yeni
Türk alfabesi, Türk fonetiğinin özellikleri iyice düşünülerek hazırlanmıştır ve
bugünkü Türk alfabesi sayesinde Türkçe, imla sorunu en az olan dillerdendir”.
(109.s.)
“Türk
toplumu harf devrimi ile büyük bir değişmeye girmiş değildir, değişmeye giren
Türk toplumu harfleri değiştirmek zorunda kalmıştır. Ancak bu değişiklikten
1928'de en hararetli taraftarlar bile çekiniyordu. Kararı tek başına veren Gazi
Mustafa Kemal (Atatürk) olmuştur.” (111.s.)
“Bizde
kentsoylu düzeni başlangıcından itibaren ulusal değil de, uluslararası gücün
uzantısı olduğu için lonca kültürünü temel almak şöyle dursun, bir kenara
kakalamıştır.” (144-145ss.)
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
YUKARIDA
YER ALAN EN ÖNEMLİ CÜMLELER VE DİĞER
ÖNEMİ CÜMLELER
“Eğer
sanatçılarımız hakkındaki değerlendirmelerimizi, kültürel yaşamımızı
yorumlayışımızı ve önerilerimizi yazarak, tartışma
alışkanlığına erkenden geçse idik, ulusal değerlerimiz hakkında kapalı
kapılar ardında karar verilemez, daha geniş gruplara hesap vermek gereğini
duyan yöneticiler daha olumsuz işler yapar ve sorumlu davranmak zorunda
kalırlardı”. (11.s.)
“19. yüzyılın yarısından beri dil, edebiyat, siyasal
hayat üzerinde tartışıyoruz ve üniversitemizin nasıl olması gerektiğini planlıyoruz”.
(12.s.)
“Gerçekte 19. Yüzyılda Batıdaki özgürlüğün ve kültürel
gelişmenin Türklere askeri-teknik gelişmelerden çok daha az yansıdığını
söylemek gerek. Türkiye’de tarih, tarih felsefesi, sosyoloji ve
edebiyatın, Mekteb-i Tıbbiye’deki, tıp ve mühendis mekteplerindeki hendese ve
mekanik kadar başarıyla okutulacak biçimde gelişemedikleri gerçektir”. (21.s.)
“Bu
siyasal ve düşünsel çocukluğun başlıca nedeni, ilk elde Osmanlı
İmparatorluğu’nun geri teknolojisi ve ekonomisinden çok, siyasal ve sosyal baskıdır. Yani idarenin baskısı
kadar, kapalı toplum yapısı içindeki okul, cami, tekke ve aile gibi grupların
nefes aldırmazlığı…” (22.s.)
“Bulgarlar
Yunanlıların yaptıklarından 18. yüzyıldan beri etkileniyordu. Sırplarla
Bulgarlar bir kültür alışverişi içinde idi. Ama Osmanlı
Türkü herkese kapalı idi; bunun dinin sınırlamasıyla ilgisi yok. Nitekim
Müslüman Arap, Türkle çok ilgilenmezdi. Sözde Arapça bilen Türk aydınlarının
bile Araplar arasında neler olup bittiğinden haberleri yoktu. Kapalı
kompartımanlar halinde yaşayan Osmanlı milletlerinin ilişki azlığı, Osmanlı
idaresinin başından beri teşvik ettiği bir politikaydı. Ancak bu kapalılıktan
en son kurtulanlar, daha doğrusu kurtulamayanlar Türkler olmuştu. 19. yüzyılda
bu cemaat sisteminin eskimiş ve gülünç bir politika olduğu açıktı, ama üstünde fazla düşünen de yoktu. Bu anlamda
Panislamizm bile lafta ve yaftada kalmış, hiçbir zaman imparatorluğun müslüman
halklarının karşılıklı kültürel alışverişini hızlandıran bir ideoloji ve
hareket haline gelememiştir.” (22.s.)
“19. yüzyılın düşünsel ve kültürel kısırlığını doğuran bu
kapalılığın halen büyük ölçüde süregittiğini belirtmek gerekir. Türkiye'de
düşünce ve sanat alanında tam bir özgürlük ve dış dünyaya açılma hareketi yok.
Gene ne Yunanlılar, Bulgarlar, Macarlarla, ne de İran ve Arap dünyasıyla
kültürel alış-verişimiz var. Uzaklardaki Amerika ve Fransa bize yanıbaşımızdaki
Araplardan, Balkanılılardan, Ruslardan daha yakın .” (22.s.)
“Herkes
Türkiye'nin hızla değiştiğinden söz ediyor. Elhak öyledir. 150 yıldır Türk
halkı yapısal değişmenin ve bundan doğan farklı nitelikteki olaylar zincirinin
içindedir. Ama bu değişmenin etraflı ve derin bir
tasvirini yapacak edebiyat ve düşüncemiz yok. Olamaz, çünkü ne olduğumuzu
anlamak için etrafı iyi tanıyıp kendimizle karşılaştırmak gerek, ilham almak
gerek. ..
Değişen insan-çevre ilişkilerini kavrayacağımız ve toplumumuza yeni
bir soluk verecek, yol gösterecek bir edebiyat yaratamadığımız açık. Türk
romanı, Tanzimat’tan bu yana değişen
çevreyi algılayamayan aydının elindedir.” (23.s.)
“Çağdaş
olmakla aktüel olmak farklı şeylerdir. Bütün sorun da
bu engeli kırabilmektedir. Türk şiirinin, romana göre daha zengin ve
renkli oluşunun nedeni burada ortaya çıkıyor. Önce geleneği var. Sonra
kullandığı dil kendine özgüdür.” (24.s.)
“Günümüz
aydını kendini ifade etmek istediğinde herhangi bir Ortadoğu ülkesinin aydınına
göre çok daha az tabu ile karşılaşıyor. Bunda laik gelişmelerin büyük payı vardır.Türkiye
idarede ve hukuki yapıda Tanzimat'tan beri pratik bir ihtiyaç ile laik sisteme
doğru yöneliyordu. Cumhuriyet laik toplum ve devletin düzenlenmesini
tamamlamış, üstelik eskisinden farklı olarak laik ideolojiyi getirmiştir. Yani laiklik, ilk defa olarak Türk toplumunda tabuları yıkma
alışkanlığının devlet eliyle toplumun bireylerine kazandırılması demekti. Belki
bu imkan ve alışkanlığı edinmek konusunda Avrupalılar gibi uzun mücadeleler
geçirmediğimizden olacak, laik ideolojinin resmen yerleştirilmesinin Türkiye toplumu
için ne büyük bir tarihi imkan olduğunun bilincinde değiliz.
Cumhuriyet'le tabuyu yıkabilmek imkanı doğuyor, böyle bir toplumda aydının
özgürce kendini geliştirebilmesi, ne dersek diyelim kolaylaşmıştır. Bu ülkede
edebiyatın gelişememesinin suçu sadece idarecilerde ve idari mevzuatta
değildir. Bazen aydınlarımızın dar kafalılığı da
birinciler kadar zararlı olabilmektedir. Azra Erhat'ın deyişiyle; "Sanatçının bu ülkede dirisi kadar ölüsü de rahat
bırakılmıyorsa" aydın grubu da biraz düşünmelidir. Aydının düşünce
çıkmazından kurtulmasının yolu Doğululuk-Batılılık kavgası değildir kuşkusuz.”
(24.s.)
“Geleneksel
kültürü aramak, Türk toplumunun özgünlüğünü saptamak ve Türk romanını kendi
özgün koşullarımızIa yaratmak gibi teorik safsataların hiçbir anlamı yoktur.Asılolan, zengin
içerikli roman yazmaktır. Zaten o zaman Türk romanı ve Türk
romancılığı gibi kavramlar da ulusal piyasada kendiliğinden doğar. İyi bir
eğitimden geçen ve dünyaya açık ulusal aydın grubu
sadece romanda değil, edebiyatın her alanında aynı başarıyı gösterecektir.
Hatta edebiyatın dışında Türkiye'de ünlü Avrupa tarihçileri, İtalyan sanatı
tarihçileri, İspanyol edebiyatı uzmanları veya İran'ın toplumsal yapısını iyi
bilen sosyologlar, Afrika ülkelerinin ekonomisini yakından tanıyan uzmanlar gibisinden aydın tipler yetişmedikçe bu ülkede iyi
romancı ve tiyatro yazarının yetişememesi de doğaldır. Kendi içine kapanık insanlar verimsizdir ama toplumlar saldırgan ve
zararlı olur. Türk aydınının dünyaya kapalı olduğunu söylüyoruz ama açıldığı
zaman daha beter kapandığını pek söylemiyoruz."Avrupalıyız"
diyoruz. Balkanlar ve Ortadoğu'dan çok sık söz ediyoruz ve zaten o bölgede
yaşıyoruz, ama bizde dışa açılma sadece Anglo-Sakson kanalı ile olur. Bugünkü
dünyada aydının olaylara egemen olabilmesi, onlara farklı gözlüklerden
bakabilmesi ile mümkündür. Bir haberi bile Newsweek'den okumak başka şeydir, Le
Monde'danbaşka ...Dış dünyaya hem kendi değerler sistemimizden koparak, hem de
onlara bağlı kalarak birlikte bakmayı bilmek gerekir. Türk aydını idarenin
sansüründen önce kendi kafasındaki sansürü ve kapalılığı yıkmak zorundadır.”(25-26.s.)
“19.
yüzyıl sonunun girdabına karşı durmak zorunda kalan Osmanlı Türk aydınları, onun bu günlük politikası yüzünden kara cahil kaldılar. Bu ezik adamlar Meşrutiyet'ten sonra bir
imparatorluğu sırtlayıp ateş ortasından geçeceklerdi, geçemediler tabii ...İmparatorluk
nasıl olsa dağılacaktı, dağıldı da. Ama dağılana kadar Anadolu gençliği Yemen
ve Balkan jandarmalığında, aydınlar da sansürün baskısında eridi. Cumhuriyet
daha ilk anda aydın kadroların sıkıntısını çekerek hayata adımını attı. Son
Osmanlı aydın kuşağını Çanakkale'de, Kafkaslarda, Arap çöllerinde
kaybetmiştik.” (28.s.)
“19. yüzyıl, gelenekle çağdaş olanın, cehalet yanında bilimin
çarpıcı örneklerle yaşadığı devirdir. İstanbul halkı Tıbbiye
hocasından üfürükçüye, üfürükçüden eczacıya dolanırdı. çoğu kibar ailenin
Fransızca mürebbiye getirdikleri oğullarını, bir yandan da Mevlevi dergahına
götürüp şeyhin elini öptürüp tarikata soktuğu bilinir. Osmanlı siyasi ve kültürel tarihini 19.
yüzyıldaki kadar ahmaklık ve zekanın bir arada sırtladığı görülmemiştir.Çağdışı
ideolojilerin içinde çağdaşlık, en çağdaş geçinen siyasal hareket ve
ideolojilerde de donukluk ve gelenekçilik yan yana yaşıyordu.” (30.s.)
“Bu ülkede şimdiye
kadar en saygın iş gören ve ilerleme gösteren takım, aydınlardır.
Farklı yanları olsa da, hepsinde ortak olan renk budur.” (32.s.)
“19.
yüzyılın tarihçileri arasında sınırsız yazma yeteneğine sahip tek adam Hammer
değildi. Onun kadar derin araştıran ve çok yazanlar bütün Avrupa'da vardı.
Günümüz insanının çok daha az yazması, çok yazınca çok saçmalamasının ilginç
sosyo-kültürel nedenleri olmalıdır.” (37.s.)
“Osmanlının
savaş tekniği ve savaş düzenini Avrupalı 17. yüzyıl sonlarına kadar ancak
altedebilmiştir, ama düşünce ve edebiyat dünyası için
böyle bir üstünlük veya paralellik söz konusu değil”. (47.s.)
“Osmanlı
imparatorluğu 15-17. yüzyıllardaki klasik eskiçağ ve Ortaçağ imparatorluklarını
adeta restore ederek yeniçağ imparatorluklarının böğrüne uzanmıştı. Ama askerlik ve
yönetimdeki başarıları, bilim ve düşünce hayatındaki eserlerle paralellik
göstermiyor. Osmanlı tarihyazıcılığı çağdaş Avrupa
tarihyazıcılığının yanında ilginç bir görünüme sahiptir. Bu tarihçilik gerçi
Ortaçağın geleneksel tarihyazıcılığının bir adım ilerisindedir ama, çağının
dünyasının yöntem ve bilgi olarak gerisindedir.” (48.s.)
“Görünen
o ki, vekayiname geleneğini Cevdet Paşa aşmıştır. Ardından gelenler, onun
yöntemini geliştirmek bir yana, gerisinde kaldılar. Ta ki genç kuşak Osmanlılar
sahneye çıkana kadar. Ama Cevdet Paşa gibi mütebahhirini
bulmak zor.”(50.s.)
“Yavuz
Selim ise koyu bir sünni Müslümandı ve Balkan
Hıristiyanlarını İslamlaştırmak konusundaki eğilimini bazı ulema zor önlemişti.”.
(52.s.)
“Osmanlı
tüccarı ve zenaat erbabından hiç kimse bu imparatorluğun tüketim normlarına,
kültürüne ve yaşam tarzına etki yapacak durumda değildi. 1500'lerde bir sancak
beyinin yıllık geliri 12000 altın duka civarında iken, Bursa'nın en zengin
tüccarının terekesinden 4000 altın çıkmıştı *. Zenginlik ve parlak yaşayış
büyük imparatorlukta Batı Avrupa toplumlarındaki gibi ortaya çıkmıyordu.”
(54.s.)
“Yıkılış diye adlandırılan dönemde Türk dili daha da gelişmiş,
toplumsal, idari kurumlarımız modernleşmiş, nihayet Türkler ve diğer Osmanlı
milletleri çağdaş anayasal sisteme geçişte önemli adımlar atmışlarsa, bunun
niçin gerileme ve yıkılış diye betimlendiğini hala anlamış değilim.” (58.s.)
“Osmanlı
adamı büyük hayallerin ve büyük misyonların taşıyıcısı olarak görmemiştir
kendisini.” (58.s.)
“Ne 13.
yüzyılda, ne de daha sonra Britanya parlamanterizmi, eski Yunan ve Roma'daki
meclislerle kendi varlığı arasında bir bağ kurmamıştır. Fakat çağdaş demokrasi bugünkü niteliğini İngiliz demokrasisinin yedi
asırlık gelişimine borçludur. Britanya, sanayi devriminde öncü bir ülke
olduğu gibi çağdaş demokraside de ağırbaşlı bir öncü olmuştur.” (64.s.)
“Avrupa uygarlığının insanlık tarihindeki tartışılmaz en önemli
katkısı, demokrasiyi kitlelere mal eden bir siyasal mekanizmayı geliştirmiş
olmasıdır.
Avrupa demokrasisinin çekirdeği, güçlü mahalli idare geleneğidir. Bir takım
şehirler ve bölgeler kendi mali kaynaklarını, halkın temsilcilerinden oluşan
kurulların kararları doğrultusunda kullanmaya
başlamışlar ve elde ettikleri bu özerkliği hükümdarlığın merkezi
otoritesine karşı kıskançlıkla korumuşlardır. Hükümdarların kendilerine savunma
ve güvenliklerini sağlama karşılığında bir takım vergi ve angarya yüklemesini
engellemek için mahalli kolluk kuvvetlerini de kendileri kurmuşlardır.” (64.s.)
“Son iki yüzyıllık demokrasi mücadelelerine bakarak diyebiliriz ki,
Avrupalılar tarih yaşamamışlar, tarih yapmışlardır.” (65.s.)
“Osmanlı
ülkelerinin anayasal monarşi düzenine geçişi bir tesadüf sonucu değildir. Bazılarının ileri sürdüğü gibi anayasa, büyük devletlerin
baskılarından dolayı hazırlanmış bir belge de değildir. Belirli bir
tarihsel gelişim sonucu gerçekleşen Osmanlı Anayasa metni, o tarihte Avrupa
kıtasındaki en genç anayasa da değildi.” (67.s.)
“II.
Meşrutiyet döneminin ilk yılları siyasal hürriyetlerin kullanılışı, çeşitli
düşünce akımlarının ortaya çıkıp örgütlenmesi yönünden Türkiye
tarihinin altın sayfalarından biri sayılmalıdır. II. Meşrutiyet'te
toplum ve devlet hayatımızda laik bir sisteme geçiş de başlamıştır.” (68.s.)
“Darulfünun'un,
yani üniversitemizin özerkliği de bu dönemde gündeme gelen ve kısmen gerçekleştirilebilen,
Türk eğitim tarihinin onurlu bir olayıdır.” (68.s.)
“Oysa
gerçek böyle değildir. Bireyin temel hak ve özgürlükleri dahil pek çok anayasal
kurum bizim toplumumuzda yüzyıllık bir mücadele sonucu yakın zamanlarda yer
ettiği halde, bilim adamlarının veya ulemanın özerk ve
masun (dokunulmaz) olmaları pek eski bir gelenektir.” (77.s.)
“Osmanlı
toplumunun en dokunulmaz, servet ve rütbeleriyle en çok güvence altında yaşayan
sınıfı, ulema idi. Aldıkları yüksek ücretler, katl ve müsadereden masun
(dokunulmaz) olmaları ellerinde büyük servetlerin birikmesini sağladı. Ayrıca
yüksek rütbeli bir ilmiyye sınıfı üyesinin ya oğlu ya damadı bu meslekte
kolayca yükseldiğinden bu yaşayışı kuşaklar boyu sürdürebiliyorlardı.”
(79-80ss.)
“Osmanlı bilginleri gördükleri saygıya oranla, çağlarının bilimini,
Yeniçağ dünyasının uyanışını toplumlarına getirememişlerdir. Ama
onlardan böyle bir gayret ve beceri isteyen de olmamıştır. Osmanlı bilginleri,
yaşadıkları toplumdaki bürokratik sistemin ve ideolojinin sürmesini sağlayacak
bilgiyi öğretmek ve danışma görevini yerine getirmekle yükümlüydüler, Ulema
bunu yapmıştır.” (81.s.)
“… fakat
Alman üniversiteleri eski parlaklığına ulaşamamıştır ve ulaşmaları da olası
görünmüyor.” (84.s.)
“30 sene
önce lise öğretmenleri toplumda saygın yeri olan aydınlardı. Kuşkusuz bu
saygınlığın nedeni vardı.”. (85.s.)
“Ortada bir gerçek vardır: Türkçe klasik biçimine henüz
ulaşmamıştır.”
(87.s.)
“Esasen
19. Yüzyıl ortalarında Münif Paşa, Osmanlı imlasının ve Arap harflerinin
ıslahını, Azeri reformatör Mirza FethaliAhundof ise Latin harflerinin kabulünü
önerdiler”. (89.s.)
“1930'lardaki
sadeleşme hareketi 100 yıldır süregelen bir keşmekeşi bitirmeyi amaçlayan
gerekli bir radikal girişimdi. Bu nedenle dil devrimini Türkiye tarihinin övünçle sahip
çıktığımız bir olayı olarak nitelendiriyoruz.” (90.s.)
“Konuşulan
günlük dilin (ki hiçbir ülkede birkaç bin kelimeyi geçmez) üzerinde yapılan
sürekli sadeleştirmeden çok hukuk, tıp, mühendislik ve doğa bilimleri alanında
ciddi bir Türkçeleştirmenin örgütlü ve
yaygın bir biçimde sürdürülmesi gerekir. “ (91.s.)
“ Türk aydınının asıl dikkatle kendisini eğitmesi gereken alan, ana
dilinde düşünme alışkanlığıdır, yani cümlenin yapısını iyi kurmasıdır.Osmanlıca
veya İngilizce düşünüp kurulan bir cümlede yeni "sözcükler" kullanmak
hiçbir şekilde Öztürkçe yazmak demek değildir. Örneğin fiilleri ikinci yerde
kullanarak devamlı devrik cümle yapmayı seven bazı yazarlarımızı iyi yazar
saymak mümkün değildir.” (92.s.)
“Çünkü
Türkçe, Arapça ve Yunanca gibi ek ve kök yapısının zenginliğinden dolayı ekseri
Avrupa dillerinin tersine anlam tamamlayıcı yan cümlecikleri gerektirmeyen bir
dildir. Türk
dili, düşünürken kelime ve cümle yapısını iyi değerlendiren yazarlarla
gelişecektir.Yoksa bir yazarın her gün, yabancı kökenli kelimeleri
Öztürkçeye çevirmekle dilimizi ve edebiyatımızı geliştirecek bir çaba da
bulunduğunu söylemek güçtür.” (93.s.)
“Türkiye tarihinin mutlu bir olayı Arap, Iran, Yunan, Slav vs. gibi
kültürlerin üzerinde yerleşmiş olmamızdır. Türkçemizde birçok
dilden kalabalık bir kelime hazinesi vardır. Bu dillerin ise dünya uygarlığını
yaratan Akdeniz ve Ortadoğu halklarına ait olduğu açıktır. Şu halde
Türkçemizdeki bu renklilik utanılacak değil, övünülecek bir özelliktir. Tarih,
dilimize bu renkliliği bağışlamıştır.” (93.s.)
“Türk Dil Kurumu, büyük Atatürk'ün örneği az bulunur biçimde
gerçekleştirdiği bir bilim kuruluşudur. Kurumun özerk statüsü, kendi
mali kaynakları, dil araştırmalarının yapılması ve dilin geliştirilmesi için
bulunmaz bir nimettir. Sorumluluğu olan her aydının bu kurumun varlığını ve
özerk statüsünü elinden geldiğince savunması gerekir.” (93.s.) (Yazının tarihi:
Eylül 1982)
“ Acıdır
ama, yaşayan dil bilginlerimiz içinde Radloff, N. Man veya Ghiarmaty'lerin,
Şemseddin Sami'lerin varlığını kim ileri sürebilir? Bugün bile Türkolojinin
büyük ustaları yabancılardandır.” (94.s.)
“Öteden
beri Fransız Akademisi'ni göstererek dilin üzerinde resmi ve mutlak bir kontrol
kurulmasını savunanların bu tekil örnek üzerinde durmaları anlamsızdır. Almanca, akademi kontrolü dışında, büyük yazar ve
düşünürlerin üsluplarının etkisiyle gelişti. Rusçayı Puşkin ve izleyicileri ve
hayranları bugünkü haline getirdiler. Bu büyük kalabalığın içinde
İmparatorluk Bilimler Akademisi üyesi pek azdı. İtalyanca -ki aslında Fransızca
kadar eski ve klasik bir yazı dilidir- dahi akademisiz gelişti. Bizim toplumumuzda
devlet otoritesini her yere sokmak eğilimi pek yaygındır. Bu garip
eğilimimizden hiç değilse dil konusunda vazgeçmemiz gerekir O halde dil
çalışmaları konusunda Dil Akademisi'ni değil, Türk Dil Kurumu'nu etkili bir
kuruluş olarak yeğlemeli ve yaşaması için tüm desteği vermeliyiz.” (95.s.)
“Türkler tarihi boyunca bağımsız yaşamış ve dillerini hem
bürokraside, hem de edebiyatta kullanmış bir ulustur. Bu
nokta üzerinde önemle durmak gerektiği kanısındayız. Bizde Türkçenin tarih boyu
ihmal edilip kullanılmadığı gibi bir tez bilinçsizce ve sıkça tekrarlanır ki
yanlıştır. Türkçenin devlet ve edebiyat dili olarak (hem halk, hem de divan
edebiyatında) kullanımı bazı Avrupa uluslarının bu alanlarda kendi dillerini
kullanılmağa başlamalarından daha önceye rastlar.” (97.s.)
“Türk dil devriminin büyük önderi Atatürk,bu
nedenle Dil Kurumu’nu önerilere rağmen Akademi haline getirmemiş, bir dernek
olarak bırakmıştı”. (98.s.)
“Maalesef bizim ülkemizde, seçkin geniş bir kadro oluşturacak sayıda
büyük dil bilginleri yoktur”.(98.s.)
“Unutulmaması
gereken bir gerçek de şudur: Alman, İngiliz, İtalyan ve Rus dilleri ve
edebiyatları, akademilerin güdümünde ve denetiminde değil, büyük yazar ve düşünürlerin
eserleri ve onların izleyicileri sayesinde gelişmiştir”. (100.s.)
“…Çünkü
18. yüzyıla kadar okur-yazar oranı %5-10'u geçen ülke yoktur.” (104.s.)
“ Ülkede
ortaokullar (rüşdiye) her yerde açılıyor, yeni yeni sivil okullar kuruluyordu.
Yaygınlaştırılmak istenen eğitim dolayısıyla Arap harflerinin Türk dili ile
olan uyuşmazlığı sorunu kendini hissettirdi. “ (107.s.)
“Latin
harflerinin bilinmeyen ve kendini gizleyen bir taraftarı, Ali Vehbi Bey’in
yayımladığı hatırata göre Sultan II. Abdülhamid’dir”. (107.s.)
“Fakat basılan kitabın az ve halkın büyük çoğunluğunun ümmi olduğu o
zamanki Türkiye'de iddiaların tersine bu değişim fazla bir yıkım yapmadı. Yeni
harflerin öğrenimi yaygınlaştıkça kitabevleri de eskisinden çok kitap
sattılar”. (108.s.)
“Yeni harflerin kültürel mirasla ilişkiyi kopardığı tezi pek doğru
değildir.
1928'e kadar Türkçe basma kitap sayısı 30 bin civarındadır. Bunların da hepsi
okunacak kitap değildir. doğa bilimleri alanında önemli bir miras söz konusu
değildi”. (109.s.)
“Yeni Türk alfabesi, Türk fonetiğinin özellikleri iyice düşünülerek
hazırlanmıştır ve bugünkü Türk alfabesi sayesinde Türkçe, imla sorunu en az
olan dillerdendir”.
(109.s.)
“Türk toplumu harf devrimi ile büyük bir değişmeye girmiş değildir,
değişmeye giren Türk toplumu harfleri değiştirmek zorunda kalmıştır. Ancak bu
değişiklikten 1928'de en hararetli taraftarlar bile çekiniyordu. Kararı tek
başına veren Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) olmuştur.”(111.s.)
“1920’lere
yarım yüzyıl sonra, 1980’ler Türkiyesi’nden baktığımızda, göze çarpan iki olgunun hukuk ve harf devrimi olduğu görülür.
Bunlar tarihte değişiklik yapan büyük bireylerin gerçekleştirdikleri işlere iki
örnektir”. (111.s.)
“Türkler
bu kokuşmuş kurumların yerine daha adilini getireceklerinden, kolayca
yayılacaklardı ve ilk önce batıya yürüyeceklerdi, Çünkü doğuya şimdilik yeni
bir şey getiremeyeceklerdi. Anadolu'yu reformla eski durumuna getirmek, o
anarşi ortasında otoriteyi kurmak için güçlü olmak gerekti. Anadolu'ya bu küçük
toplum daha başlangıçta yeni bir düzen getiremezdi. Sadece birbirini yiyen
beyliklerin arasında kaybolur giderdi.Ama, yeni ülkeler ve gelişen bir yönetim
sistemiyle güçlenen devlet, sonraları Anadolu'yu da içine aldı.” (Devlet Ana
romanından söz ediliyor. 132.s.)
“Osmanlı
toplumunun temel eğitim kurumu, medreseden önce, sözlü kültürdür.” (137.s.)
“20.
yüzyıl başında ülkemize giren pozitivist düşüncenin izleyicileri bile sözde bilimin her alanda yol göstermesini istiyorlardı, ama
bilimin her alanda öncü olabileceği bir toplumsal yapı var mıydı? Var
olan yapı buna uygun değilse nasıl değiştirilmeliydi?
Bunları
düşünen yoktu. Ziya Gökalp bile ulusal ekonomiden, ulusal pazar ve ulusal
özgirişimden söz eder ama bu iyi dileklerini
gerçekleştirmek için gereken toplumsal-yapısal değişikliklerden söz etmez.” (141-142ss.)
“Gerçekte Osmanlı imparatorluğunda loncalar ve esnaf bütün ülkenin
çeşitli dil, din, töre ve gelenekleriyle diyalog kuran, bu renkliliği özünde toplayıp
yaşatan ve geliştiren tabakadır. Bu tabaka imparatorluğun çeşitli
bölgelerine ait yerel sanatın sentezini yapmış, çeşitli
lehçe ve ağızlardan ortaklaşa zengin bir İstanbul dili çıkarmıştır. Bütün
ülkenin üretilmiş eşyasını, törelerini bu tabaka kadar inceliğiyle bilen
olmamıştır. Eğer Türkiye'de bir kentsoylu sınıfı ve kültürü doğabilse idi,
bunun ulusal temelini feodal bir kurum olan lonca kültürü hazırlayacaktı.
Bu Batıda böyle olmuştur. Bizde kentsoylu düzeni başlangıcından itibaren ulusal değil
de, uluslararası gücün uzantısı olduğu için lonca kültürünü temel almak şöyle
dursun, bir kenara kakalamıştır.İşte Musahipzade bu kakalamaya karşı
haklı olarak isyan etmiştir. Ulusal kültürün ve geleneğin temeli olması gereken
lonca düzeninin ürünlerini onun için savunuyor ve geçmişte de bu zenginliği
ezen ulema, vüzera gibi egemen feodal grupları hırsla taşlıyor. Bunun içindir
ki, Musahipzade'nin bu öfkesi ve trajik çelişkisi Türk tarihinin ve devriminin
çelişkisidir diyoruz. “ (144-145ss.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder