Bülent
Ağaoğlu
“Eğer sanatçılarımız hakkındaki değerlendirmelerimizi, kültürel yaşamımızı
yorumlayışımızı ve önerilerimizi yazarak, tartışma alışkanlığına
erkenden geçse idik, ulusal değerlerimiz hakkında kapalı kapılar ardında karar verilemez, daha
geniş gruplara hesap vermek gereğini duyan yöneticiler daha olumsuz işler yapar
ve sorumlu davranmak zorunda kalırlardı”. (11.s.)
“19.
yüzyılın yarısından beri dil, edebiyat, siyasal hayat üzerinde
tartışıyoruz ve üniversitemizin nasıl olması gerektiğini planlıyoruz”. (12.s.)
“Gerçekte
19. Yüzyılda Batıdaki özgürlüğün ve kültürel gelişmenin Türklere askeri-teknik
gelişmelerden çok daha az yansıdığını söylemek gerek. Türkiye’de tarih, tarih felsefesi, sosyoloji ve edebiyatın, Mekteb-i
Tıbbiye’deki, tıp ve mühendis mekteplerindeki hendese ve mekanik kadar
başarıyla okutulacak biçimde gelişemedikleri gerçektir”. (21.s.)
“Bu siyasal ve düşünsel çocukluğun başlıca nedeni, ilk elde Osmanlı
İmparatorluğu’nun geri teknolojisi ve ekonomisinden çok, siyasal
ve sosyal baskıdır. Yani idarenin baskısı kadar, kapalı toplum yapısı içindeki okul,
cami, tekke ve aile gibi grupların nefes aldırmazlığı…” (22.s.)
“Bulgarlar Yunanlıların yaptıklarından 18. yüzyıldan beri etkileniyordu.
Sırplarla Bulgarlar bir kültür alışverişi içinde idi. Ama
Osmanlı Türkü herkese kapalı idi; bunun dinin sınırlamasıyla ilgisi yok. Nitekim Müslüman Arap, Türkle çok ilgilenmezdi. Sözde Arapça bilen Türk
aydınlarının bile Araplar arasında neler olup bittiğinden haberleri yoktu.
Kapalı kompartımanlar halinde yaşayan Osmanlı milletlerinin ilişki azlığı,
Osmanlı idaresinin başından beri teşvik ettiği bir politikaydı. Ancak bu
kapalılıktan en son kurtulanlar, daha doğrusu kurtulamayanlar Türkler olmuştu.
19. yüzyılda bu cemaat sisteminin eskimiş ve gülünç bir politika olduğu
açıktı, ama
üstünde fazla düşünen de yoktu. Bu anlamda Panislamizm bile lafta ve
yaftada kalmış, hiçbir zaman imparatorluğun müslüman halklarının karşılıklı
kültürel alışverişini hızlandıran bir ideoloji ve hareket haline gelememiştir.”
(22.s.)
“19.
yüzyılın düşünsel ve kültürel kısırlığını doğuran bu kapalılığın halen büyük
ölçüde süregittiğini belirtmek gerekir. Türkiye'de düşünce ve sanat alanında
tam bir özgürlük ve dış dünyaya açılma hareketi yok. Gene ne Yunanlılar, Bulgarlar, Macarlarla, ne de İran ve Arap
dünyasıyla kültürel alış-verişimiz var. Uzaklardaki Amerika ve Fransa bize
yanıbaşımızdaki Araplardan, Balkanılılardan, Ruslardan daha yakın .” (22.s.)
“Herkes Türkiye'nin hızla değiştiğinden söz ediyor. Elhak öyledir. 150
yıldır Türk halkı yapısal değişmenin ve bundan doğan farklı nitelikteki olaylar
zincirinin içindedir. Ama bu değişmenin etraflı ve derin bir
tasvirini yapacak edebiyat ve düşüncemiz yok. Olamaz, çünkü ne olduğumuzu
anlamak için etrafı iyi tanıyıp kendimizle karşılaştırmak gerek, ilham almak
gerek. ..
Değişen
insan-çevre ilişkilerini kavrayacağımız ve toplumumuza yeni bir soluk verecek,
yol gösterecek bir edebiyat yaratamadığımız açık. Türk romanı, Tanzimat’tan
bu yana değişen çevreyi algılayamayan aydının elindedir.” (23.s.)
“Çağdaş olmakla aktüel olmak farklı şeylerdir. Bütün
sorun da bu engeli kırabilmektedir. Türk şiirinin, romana göre daha zengin
ve renkli oluşunun nedeni burada ortaya çıkıyor. Önce geleneği var. Sonra
kullandığı dil kendine özgüdür.” (24.s.)
“Günümüz aydını kendini ifade etmek istediğinde herhangi bir Ortadoğu
ülkesinin aydınına göre çok daha az tabu ile karşılaşıyor. Bunda
laik gelişmelerin büyük payı vardır. Türkiye idarede ve hukuki yapıda
Tanzimat'tan beri pratik bir ihtiyaç ile laik sisteme doğru yöneliyordu.
Cumhuriyet laik toplum ve devletin düzenlenmesini tamamlamış, üstelik
eskisinden farklı olarak laik ideolojiyi getirmiştir. Yani
laiklik, ilk defa olarak Türk toplumunda tabuları yıkma alışkanlığının devlet
eliyle toplumun bireylerine kazandırılması demekti. Belki bu imkan ve alışkanlığı edinmek konusunda Avrupalılar gibi uzun
mücadeleler geçirmediğimizden olacak,laik ideolojinin resmen yerleştirilmesinin
Türkiye toplumu için ne büyük bir tarihi imkan olduğunun bilincinde değiliz. Cumhuriyet'le tabuyu yıkabilmek imkanı doğuyor, böyle bir toplumda
aydının özgürce kendini geliştirebilmesi, ne dersek diyelim kolaylaşmıştır. Bu
ülkede edebiyatın gelişememesinin suçu sadece idarecilerde ve idari mevzuatta
değildir.Bazen
aydınlarımızın dar kafalılığı da birinciler kadar zararlı olabilmektedir. Azra Erhat'ın deyişiyle; "Sanatçının bu ülkede dirisi kadar
ölüsü de rahat bırakılmıyorsa" aydın grubu da biraz düşünmelidir. Aydının düşünce çıkmazından kurtulmasının yolu Doğululuk-Batılılık kavgası
değildir kuşkusuz.” (24.s.)
“Geleneksel kültürü aramak, Türk toplumunun özgünlüğünü saptamak ve Türk
romanını kendi özgün koşullarımızIa yaratmak gibi teorik
safsataların hiçbir anlamı yoktur. Asılolan, zengin içerikli roman
yazmaktır. Zaten o zaman Türk romanı ve Türk romancılığı gibi kavramlar da
ulusal piyasada kendiliğinden doğar. İyi bir eğitimden geçen ve dünyaya
açık ulusal aydın grubu sadece romanda değil, edebiyatın her alanında aynı başarıyı
gösterecektir. Hatta edebiyatın dışında Türkiye'de ünlü Avrupa tarihçileri,
İtalyan sanatı tarihçileri, İspanyol edebiyatı uzmanları veya İran'ın toplumsal
yapısını iyi bilen sosyologlar, Afrika ülkelerinin ekonomisini yakından tanıyan uzmanlar
gibisinden aydın tipler yetişmedikçe bu ülkede iyi romancı ve tiyatro yazarının
yetişememesi de doğaldır. Kendi içine kapanık insanlar verimsizdir ama
toplumlar saldırgan ve zararlı olur. Türk aydınının dünyaya kapalı olduğunu
söylüyoruz ama açıldığı zaman daha beter kapandığını pek söylemiyoruz."Avrupalıyız" diyoruz. Balkanlar ve Ortadoğu'dan çok sık söz
ediyoruz ve zaten o bölgede yaşıyoruz, ama bizde dışa açılma sadece
Anglo-Sakson kanalı ile olur. Bugünkü dünyada aydının olaylara egemen
olabilmesi, onlara farklı gözlüklerden bakabilmesi ile mümkündür. Bir haberi
bile Newsweek'den okumak başka şeydir, Le Monde'danbaşka ... Dış
dünyaya hem kendi değerler sistemimizden koparak, hem de onlara bağlı kalarak
birlikte bakmayı bilmek gerekir. Türk aydını idarenin sansüründen önce kendi
kafasındaki sansürü ve kapalılığı yıkmak zorundadır.” (25-26.s.)
“19. yüzyıl sonunun girdabına karşı durmak zorunda kalan Osmanlı Türk
aydınları, onun
bu günlük politikası yüzünden kara cahil kaldılar. Bu ezik adamlar
Meşrutiyet'ten sonra bir imparatorluğu sırtlayıp ateş ortasından geçeceklerdi,
geçemediler tabii ... İmparatorluk nasıl olsa dağılacaktı,
dağıldı da. Ama dağılana kadar Anadolu gençliği Yemen ve Balkan
jandarmalığında, aydınlar da sansürün baskısında eridi. Cumhuriyet daha ilk
anda aydın kadroların sıkıntısını çekerek hayata adımını attı. Son Osmanlı
aydın kuşağını Çanakkale'de, Kafkaslarda, Arap çöllerinde kaybetmiştik.”
(28.s.)
“19.
yüzyıl, gelenekle çağdaş olanın, cehalet yanında bilimin çarpıcı örneklerle
yaşadığı devirdir. İstanbul halkı Tıbbiye hocasından üfürükçüye, üfürükçüden eczacıya
dolanırdı. çoğu kibar ailenin Fransızca mürebbiye getirdikleri oğullarını, bir
yandan da Mevlevi dergahına götürüp şeyhin elini öptürüp tarikata soktuğu
bilinir. Osmanlı
siyasi ve kültürel tarihini 19. yüzyıldaki kadar ahmaklık ve zekanın bir arada
sırtladığı görülmemiştir. Çağdışı ideolojilerin içinde çağdaşlık,
en çağdaş geçinen siyasal hareket ve ideolojilerde de donukluk ve gelenekçilik
yan yana yaşıyordu.” (30.s.)
“Bu
ülkede şimdiye kadar en saygın iş gören ve ilerleme gösteren takım, aydınlardır. Farklı yanları olsa da, hepsinde ortak olan renk budur.” (32.s.)
“19. yüzyılın tarihçileri arasında sınırsız yazma yeteneğine sahip tek adam
Hammer değildi. Onun kadar derin araştıran ve çok yazanlar bütün Avrupa'da
vardı. Günümüz insanının çok daha az yazması, çok yazınca çok saçmalamasının
ilginç sosyo-kültürel nedenleri olmalıdır.” (37.s.)
“Osmanlının savaş tekniği ve savaş düzenini Avrupalı 17. yüzyıl sonlarına
kadar ancak altedebilmiştir, ama düşünce ve edebiyat dünyası için böyle
bir üstünlük veya paralellik söz konusu değil”. (47.s.)
“Osmanlı imparatorluğu 15-17. yüzyıllardaki klasik eskiçağ ve Ortaçağ
imparatorluklarını adeta restore ederek yeniçağ imparatorluklarının böğrüne
uzanmıştı. Ama
askerlik ve yönetimdeki başarıları, bilim ve düşünce hayatındaki eserlerle
paralellik göstermiyor. Osmanlı tarihyazıcılığı çağdaş Avrupa tarihyazıcılığının yanında ilginç
bir görünüme sahiptir. Bu tarihçilik gerçi Ortaçağın geleneksel
tarihyazıcılığının bir adım ilerisindedir ama, çağının dünyasının yöntem ve
bilgi olarak gerisindedir.” (48.s.)
“Görünen o ki, vekayiname geleneğini Cevdet Paşa aşmıştır. Ardından
gelenler, onun yöntemini geliştirmek bir yana, gerisinde kaldılar. Ta ki genç
kuşak Osmanlılar sahneye çıkana kadar. Ama Cevdet Paşa gibi mütebahhirini bulmak
zor.” (50.s.)
“Yavuz Selim ise koyu bir sünni Müslümandı ve
Balkan Hıristiyanlarını İslamlaştırmak konusundaki eğilimini bazı ulema zor
önlemişti.”. (52.s.)
“Osmanlı tüccarı ve zenaat erbabından hiç kimse bu imparatorluğun tüketim
normlarına, kültürüne ve yaşam tarzına etki yapacak durumda değildi. 1500'lerde
bir sancak beyinin yıllık geliri 12000 altın duka civarında iken, Bursa'nın en
zengin tüccarının terekesinden 4000 altın çıkmıştı *. Zenginlik ve parlak
yaşayış büyük imparatorlukta Batı Avrupa toplumlarındaki gibi ortaya
çıkmıyordu.” (54.s.)
“Yıkılış
diye adlandırılan dönemde Türk dili daha da gelişmiş, toplumsal, idari
kurumlarımız modernleşmiş, nihayet Türkler ve diğer Osmanlı milletleri çağdaş
anayasal sisteme geçişte önemli adımlar atmışlarsa, bunun niçin gerileme ve
yıkılış diye betimlendiğini hala anlamış değilim.” (58.s.)
“Osmanlı adamı büyük hayallerin ve büyük misyonların taşıyıcısı olarak
görmemiştir kendisini.” (58.s.)
“Ne 13. yüzyılda, ne de daha sonra Britanya parlamanterizmi, eski Yunan ve
Roma'daki meclislerle kendi varlığı arasında bir bağ kurmamıştır. Fakat
çağdaş demokrasi bugünkü niteliğini İngiliz demokrasisinin yedi asırlık
gelişimine borçludur. Britanya, sanayi devriminde öncü bir ülke olduğu gibi çağdaş demokraside
de ağırbaşlı bir öncü olmuştur.” (64.s.)
“Avrupa
uygarlığının insanlık tarihindeki tartışılmaz en önemli katkısı, demokrasiyi
kitlelere mal eden bir siyasal mekanizmayı geliştirmiş olmasıdır. Avrupa demokrasisinin çekirdeği, güçlü mahalli idare geleneğidir. Bir
takım şehirler ve bölgeler kendi mali kaynaklarını, halkın temsilcilerinden
oluşan kurulların kararları doğrultusunda kullanmaya başlamışlar ve elde
ettikleri bu özerkliği hükümdarlığın merkezi otoritesine karşı kıskançlıkla
korumuşlardır. Hükümdarların kendilerine savunma ve güvenliklerini sağlama
karşılığında bir takım vergi ve angarya yüklemesini engellemek için mahalli
kolluk kuvvetlerini de kendileri kurmuşlardır.” (64.s.)
“Son
iki yüzyıllık demokrasi mücadelelerine bakarak diyebiliriz ki, Avrupalılar
tarih yaşamamışlar, tarih yapmışlardır.” (65.s.)
“Osmanlı ülkelerinin anayasal monarşi düzenine geçişi bir tesadüf sonucu
değildir. Bazılarının
ileri sürdüğü gibi anayasa, büyük devletlerin baskılarından dolayı hazırlanmış
bir belge de değildir. Belirli bir tarihsel gelişim sonucu gerçekleşen Osmanlı Anayasa metni, o
tarihte Avrupa kıtasındaki en genç anayasa da değildi.” (67.s.)
“II. Meşrutiyet döneminin ilk yılları siyasal hürriyetlerin kullanılışı,
çeşitli düşünce akımlarının ortaya çıkıp örgütlenmesi yönünden Türkiye
tarihinin altın sayfalarından biri sayılmalıdır. II. Meşrutiyet'te
toplum ve devlet hayatımızda laik bir sisteme geçiş de başlamıştır.” (68.s.)
“Darulfünun'un, yani üniversitemizin özerkliği de bu dönemde gündeme gelen
ve kısmen gerçekleştirilebilen, Türk eğitim tarihinin onurlu bir olayıdır.”
(68.s.)
“Oysa gerçek böyle değildir. Bireyin temel hak ve özgürlükleri dahil pek
çok anayasal kurum bizim toplumumuzda yüzyıllık bir mücadele sonucu yakın
zamanlarda yer ettiği halde, bilim adamlarının veya ulemanın özerk ve
masun (dokunulmaz) olmaları pek eski bir gelenektir.”(77.s.)
“Osmanlı toplumunun en dokunulmaz, servet ve rütbeleriyle en çok güvence
altında yaşayan sınıfı, ulema idi. Aldıkları yüksek ücretler, katl ve
müsadereden masun (dokunulmaz) olmalarıellerinde büyük servetlerin birikmesini
sağladı. Ayrıca yüksek rütbeli bir ilmiyye sınıfı üyesinin ya oğlu ya damadı bu
meslekte kolayca yükseldiğinden bu yaşayışı kuşaklar boyu sürdürebiliyorlardı.”
(79-80ss.)
“Osmanlı
bilginleri gördükleri saygıya oranla, çağlarının bilimini, Yeniçağ dünyasının
uyanışını toplumlarına getirememişlerdir. Ama onlardan böyle bir gayret ve
beceri isteyen de olmamıştır. Osmanlı bilginleri, yaşadıkları toplumdaki
bürokratik sistemin ve ideolojinin sürmesini sağlayacak bilgiyi öğretmek ve
danışma görevini yerine getirmekle yükümlüydüler, Ulema bunu yapmıştır.”
(81.s.)
“… fakat Alman üniversiteleri eski parlaklığına ulaşamamıştır ve ulaşmaları
da olası görünmüyor.” (84.s.)
“30 sene önce lise öğretmenleri toplumda saygın yeri olan aydınlardı.
Kuşkusuz bu saygınlığın nedeni vardı.”. (85.s.)
“Ortada
bir gerçek vardır: Türkçe klasik biçimine henüz ulaşmamıştır.” (87.s.)
“Esasen 19. Yüzyıl ortalarında Münif Paşa, Osmanlı imlasının ve Arap
harflerinin ıslahını, Azeri reformatör Mirza FethaliAhundof ise Latin
harflerinin kabulünü önerdiler”. (89.s.)
“1930'lardaki sadeleşme hareketi 100 yıldır süregelen bir keşmekeşi
bitirmeyi amaçlayan gerekli bir radikal girişimdi. Bu
nedenle dil devrimini Türkiye tarihinin övünçle sahip çıktığımız bir olayı
olarak nitelendiriyoruz.” (90.s.)
“Konuşulan günlük dilin (ki hiçbir ülkede birkaç bin kelimeyi geçmez)
üzerinde yapılan sürekli sadeleştirmeden çok hukuk, tıp, mühendislik ve doğa
bilimleri alanında ciddi bir Türkçeleştirmenin örgütlü ve yaygın bir
biçimde sürdürülmesi gerekir. “ (91.s.)
“
Türk aydınının asıl dikkatle kendisini eğitmesi gereken alan, ana dilinde
düşünme alışkanlığıdır, yani cümlenin yapısını iyi kurmasıdır. Osmanlıca veya İngilizce düşünüp kurulan bir cümlede yeni
"sözcükler" kullanmak hiçbir şekilde Öztürkçe yazmak demek değildir.
Örneğin fiilleri ikinci yerde kullanarak devamlı devrik cümle yapmayı seven
bazı yazarlarımızı iyi yazar saymak mümkün değildir.” (92.s.)
“Çünkü Türkçe, Arapça ve Yunanca gibi ek ve kök yapısının zenginliğinden
dolayı ekseri Avrupa dillerinin tersine anlam tamamlayıcı yan cümlecikleri
gerektirmeyen bir dildir. Türk dili, düşünürken kelime ve cümle
yapısını iyi değerlendiren yazarlarla gelişecektir. Yoksa bir yazarın her gün, yabancı kökenli kelimeleri Öztürkçeye çevirmekle
dilimizi ve edebiyatımızı geliştirecek bir çaba da bulunduğunu söylemek
güçtür.” (93.s.)
“Türkiye
tarihinin mutlu bir olayı Arap, Iran, Yunan, Slav vs. gibi kültürlerin üzerinde
yerleşmiş olmamızdır. Türkçemizde birçok dilden kalabalık bir kelime hazinesi vardır. Bu
dillerin ise dünya uygarlığını yaratan Akdeniz ve Ortadoğu halklarına ait
olduğu açıktır. Şu halde Türkçemizdeki bu renklilik utanılacak değil,
övünülecek bir özelliktir. Tarih, dilimize bu renkliliği bağışlamıştır.”
(93.s.)
“Türk
Dil Kurumu, büyük Atatürk'ün örneği az bulunur biçimde gerçekleştirdiği bir
bilim kuruluşudur. Kurumun özerk statüsü, kendi mali kaynakları, dil araştırmalarının yapılması
ve dilin geliştirilmesi için bulunmaz bir nimettir. Sorumluluğu olan her
aydının bu kurumun varlığını ve özerk statüsünü elinden geldiğince savunması
gerekir.” (93.s.) (Yazının tarihi: Eylül 1982)
“ Acıdır ama, yaşayan dil bilginlerimiz içinde Radloff, N. Man veya
Ghiarmaty'lerin, Şemseddin Sami'lerin varlığını kim ileri sürebilir? Bugün bile
Türkolojinin büyük ustaları yabancılardandır.” (94.s.)
“Öteden beri Fransız Akademisi'ni göstererek dilin üzerinde resmi ve mutlak
bir kontrol kurulmasını savunanların bu tekil örnek üzerinde durmaları
anlamsızdır. Almanca,
akademi kontrolü dışında, büyük yazar ve düşünürlerin üsluplarının etkisiyle
gelişti. Rusçayı Puşkin ve izleyicileri ve hayranları bugünkü haline
getirdiler. Bu büyük kalabalığın içinde İmparatorluk Bilimler Akademisi üyesi pek
azdı. İtalyanca -ki aslında Fransızca kadar eski ve klasik bir yazı dilidir-
dahi akademisiz gelişti. Bizim toplumumuzda devlet otoritesini her
yere sokmak eğilimi pek yaygındır. Bu garip eğilimimizden hiç değilse dil
konusunda vazgeçmemiz gerekir O halde dil çalışmaları konusunda Dil
Akademisi'ni değil, Türk Dil Kurumu'nu etkili bir kuruluş olarak yeğlemeli ve
yaşaması için tüm desteği vermeliyiz.” (95.s.)
“Türkler
tarihi boyunca bağımsız yaşamış ve dillerini hem bürokraside, hem de edebiyatta
kullanmış bir ulustur. Bu nokta üzerinde önemle durmak gerektiği kanısındayız. Bizde Türkçenin
tarih boyu ihmal edilip kullanılmadığı gibi bir tez bilinçsizce ve sıkça
tekrarlanır ki yanlıştır. Türkçenin devlet ve edebiyat dili olarak (hem halk,
hem de divan edebiyatında) kullanımı bazı Avrupa uluslarının bu alanlarda kendi
dillerini kullanılmağa başlamalarından daha önceye rastlar.” (97.s.)
“Türk
dil devriminin büyük önderi Atatürk, bu nedenle Dil Kurumu’nu önerilere
rağmen Akademi haline getirmemiş, bir dernek olarak bırakmıştı”. (98.s.)
“Maalesef
bizim ülkemizde, seçkin geniş bir kadro oluşturacak sayıda büyük dil bilginleri
yoktur”. (98.s.)
“Unutulmaması gereken bir gerçek de şudur: Alman, İngiliz, İtalyan ve Rus
dilleri ve edebiyatları, akademilerin güdümünde ve denetiminde değil, büyük
yazar ve düşünürlerin eserleri ve onların izleyicileri sayesinde gelişmiştir”.
(100.s.)
“…Çünkü 18. yüzyıla kadar okur-yazar oranı %5-10'u geçen ülke yoktur.”
(104.s.)
“ Ülkede ortaokullar (rüşdiye) her yerde açılıyor, yeni yeni sivil okullar
kuruluyordu. Yaygınlaştırılmak istenen eğitim dolayısıyla Arap harflerinin Türk
dili ile olan uyuşmazlığı sorunu kendini hissettirdi. “ (107.s.)
“Latin harflerinin bilinmeyen ve kendini gizleyen bir taraftarı, Ali Vehbi
Bey’in yayımladığı hatırata göre Sultan II. Abdülhamid’dir”. (107.s.)
“Fakat
basılan kitabın az ve halkın büyük çoğunluğunun ümmi olduğu o zamanki
Türkiye'de iddiaların tersine bu değişim fazla bir yıkım yapmadı. Yeni harflerin öğrenimi yaygınlaştıkça kitabevleri de eskisinden çok kitap
sattılar”. (108.s.)
“Yeni
harflerin kültürel mirasla ilişkiyi kopardığı tezi pek doğru değildir. 1928'e kadar Türkçe basma kitap sayısı 30 bin civarındadır. Bunların da
hepsi okunacak kitap değildir. doğa bilimleri alanında önemli bir miras söz
konusu değildi”. (109.s.)
“Yeni
Türk alfabesi, Türk fonetiğinin özellikleri iyice düşünülerek hazırlanmıştır ve
bugünkü Türk alfabesi sayesinde Türkçe, imla sorunu en az olan dillerdendir”. (109.s.)
“Türk
toplumu harf devrimi ile büyük bir değişmeye girmiş değildir, değişmeye giren
Türk toplumu harfleri değiştirmek zorunda kalmıştır. Ancak bu değişiklikten
1928'de en hararetli taraftarlar bile çekiniyordu. Kararı tek başına veren Gazi
Mustafa Kemal (Atatürk) olmuştur.” (111.s.)
“1920’lere yarım yüzyıl sonra, 1980’ler Türkiyesi’nden baktığımızda, göze
çarpan iki olgunun hukuk ve harf devrimi olduğu görülür. Bunlar tarihte değişiklik yapan büyük bireylerin gerçekleştirdikleri
işlere iki örnektir”. (111.s.)
“Türkler bu kokuşmuş kurumların yerine daha adilini getireceklerinden,
kolayca yayılacaklardı ve ilk önce batıya yürüyeceklerdi, Çünkü doğuya şimdilik
yeni bir şey getiremeyeceklerdi. Anadolu'yu reformla eski durumuna getirmek, o
anarşi ortasında otoriteyi kurmak için güçlü olmak gerekti. Anadolu'ya bu küçük
toplum daha başlangıçta yeni bir düzen getiremezdi. Sadece birbirini yiyen
beyliklerin arasında kaybolur giderdi. Ama, yeni ülkeler ve gelişen bir
yönetim sistemiyle güçlenen devlet, sonraları Anadolu'yu da içine aldı.”
(Devlet Ana romanından söz ediliyor. 132.s.)
“Osmanlı toplumunun temel eğitim kurumu, medreseden önce, sözlü kültürdür.”
(137.s.)
“20. yüzyıl başında ülkemize giren pozitivist düşüncenin izleyicileri
bile sözde
bilimin her alanda yol göstermesini istiyorlardı, ama bilimin her alanda öncü
olabileceği bir toplumsal yapı var mıydı? Var olan yapı buna
uygun değilse nasıl değiştirilmeliydi?
Bunları düşünen yoktu. Ziya Gökalp bile ulusal ekonomiden, ulusal pazar ve
ulusal özgirişimden söz eder ama bu iyi dileklerini gerçekleştirmek için
gereken toplumsal-yapısal değişikliklerden söz etmez.” (141-142ss.)
“Gerçekte
Osmanlı imparatorluğunda loncalar ve esnaf bütün ülkenin çeşitli dil, din, töre
ve gelenekleriyle diyalog kuran, bu renkliliği özünde toplayıp yaşatan ve
geliştiren tabakadır. Bu tabaka imparatorluğun çeşitli bölgelerine ait yerel sanatın sentezini
yapmış, çeşitli
lehçe ve ağızlardan ortaklaşa zengin bir İstanbul dili çıkarmıştır. Bütün
ülkenin üretilmiş eşyasını, törelerini bu tabaka kadar inceliğiyle bilen
olmamıştır. Eğer Türkiye'de bir kentsoylu sınıfı ve kültürü doğabilse idi,
bunun ulusal temelini feodal bir kurum olan lonca kültürü hazırlayacaktı. Bu Batıda böyle olmuştur. Bizde kentsoylu düzeni başlangıcından
itibaren ulusal değil de, uluslararası gücün uzantısı olduğu için lonca
kültürünü temel almak şöyle dursun, bir kenara kakalamıştır. İşte Musahipzade bu kakalamaya karşı haklı olarak isyan etmiştir. Ulusal
kültürün ve geleneğin temeli olması gereken lonca düzeninin ürünlerini onun
için savunuyor ve geçmişte de bu zenginliği ezen ulema, vüzera gibi egemen
feodal grupları hırsla taşlıyor. Bunun içindir ki, Musahipzade'nin bu öfkesi ve
trajik çelişkisi Türk tarihinin ve devriminin çelişkisidir diyoruz. “
(144-145ss.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder