15 Mayıs 2020 Cuma

NEDEN GERİ KALDIK KONULU 4 YAZIDA ÖNEMLİ CÜMLELER





NEDEN GERİ KALDIK KONULU 4 YAZIDA ÖNEMLİ CÜMLELER

20.1.2015





YAZI 1


Niçin Geri Kaldınız? / (*) Prof. Dr. İskender Öksüz / http://www.21yuzyildergisi.com/assets/uploads/files/75.pdf

[Aşağıdakiler yazının tam metni değil, yazıdan alıntılardır. Tam metin yukarıdaki adrestedir]

"Türk şairi"nin tespiti idi. Devleti tutmak için çok asker, çok asker içinçok para, çok para için halkın zenginliği, halkın zenginliği için kanunlarınadaleti gerekmekteydi. Bunların bin çözülünce dördü çözüldüve dördü çözülünce beylik çözüldü. Tersinden alırsak: Anadolu'dan önceTürkleşen Rumeli'deki nüfus üstünlüğümüzü 18 ve 19. asırdaki etnik temizlikleyok eden, sonra Anadolu dışında ki egemenliğimize son veren ve nihayetAnadolu'yu işgale kalkışanların güçlü orduları vardı. Güçlü ordular vardı, çünkü çok paraları vardı. Çok paraları vardı, çünkü halkları zengindi ve halkları zengindi, çünkü kendi içlerinde uyguladıkları kanunlar âdildi. Daha da önemlisi, âdil olsun veya olmasın, bir kanun koyduklarında o kanunu uygulayabiliyorlardı.

Bugün de Batı'nın üstünlüğü, Türklerin ve Müslümanların aczi bu noktadadır.Sizin meclisiniz, Amerikan yerlilerine veya Filipinlilere jenosit uyguladığıiçin ABD'nin özür dilemesi yolunda karar almaya kalkışabilir mi? Florida'danKaliforniya'ya kadar İspanyolca konuşan yeni bir millet inşasını
düşünebilir misiniz?"
.....................................


“Gecen yazıda ele aldığımız komplo teorileri ve saflık izahlarından birgömlek daha ilerde iki tez, "eğitimsizlik" ve "zihniyet meselesi"dir. Öncetoplumun eğitilmesi gerektiği, kalkınmanın bunun ardından geleceği tezi tarihigerçeklerle uyuşmamaktadır ve rahmetli Mümtaz Turhan'ın "Garplılaşmanın Neresindeyiz?" eserinden sonra bir daha ağza alınmaması gerekir. Turhan ve başka yazarlar, kalkınmanın eğitimin itmesiyle değil, tersine, eğitimin, kalkınmanın çekmesiyle gerçekleştiğini açık şekilde göstermiştir.

Meselâ 15- 16. asırlarda Çin, dünyanın en eğitimli nüfuslarından birine sahipti.Fakat bu eğitim, insanları bir şeyler üretmeye değil, devlet bürokrasisindeistihdam edilebilmeleri için geçmeleri gereken sınava hazırlamaya yönelikti. Bizim ÖSS sınavı, daha da doğrusu KPSS gibi bir şey. Bu eğitim, Çin toplumuna Avrupa ile baş edecek bir ekonomik, siyası ve askeri güç, sağlamamıştır.”


…………………………………………

“Batı Niçin Geriydi?

Bu soruyu şimdi soralım: 15., 16. asırlarda, Batı niçin geridir?

Yılmaz Öztuna, 14.-16. asırlarda birleşik Avrupa güçlerine karşı Osmanlı'nınsavaşlarında, birden fazla savaş, için benzer gözlemleri aktarır. Misâlolarak bir tanesine, gerçek bir Haçlı-Osmanlı savaşı olan Niğbolu'ya bakalım:Haçlı ordusu Macar. Fransız, İngiliz. Alman, Polonya, Venedik, Kastilya,
Aragon, Rodos, Papalık, Eflak, Töton şövalyeleri, Norveç, İskoçya bazıİtalyan şehir devletleridir. Macar Kralı Sigismund'un komutası altındatoplam 130 000 kişi ... Türk Ordusu 70 000 civarındadır.

Modern strateji teorisi, harplerde ordularkadar tarafların felsefe ve kültürlerinin de çarpıştığını
söyler. Siyasî yapıyı da "felsefe ve kültür"ün içinde düşünmeliyiz. Şimdi şu klişeye başvurabiliriz: Bizimkilerin iman gücü onlarınkindenüstündü. Gözlemler "iman güçleri" arasındadevasa bir farklılığa işaret etmiyor: "Fransızlarve diğer Haçlı kuvvetleri, Avrupa'nın seçkin ve tecrübeli muharipleri idiler. Cesurdular... Fransız büyük sancağı, askeriteşvik için, Fransız deniz kuvvetleri kumandanı Amiral Jean de Viennetarafından tutuluyordu. Sancak altı defa yere düştü ve Amiral tarafından altıdefa yerinden kaldırıldı.Türkler ancak Amiral'in ölüsünün elinden sancağıganimet olarak aldılar. Onun yanında Prens Philip de la Bar da maktul düştü.

Öztuna Türk zaferinin temel sebebini şöyle anlatmaktadır:" ... Türk ordusundabaş kumandan, en uzak cenahların en küçük birliklerine kadar hâkimdi; her hangi bir emri dakika öldürülmeden ve körü körüne yerine getiriliyordu.Haçlı başkumandanı olan Sigismund, bu tarzda değil bütün orduya,kendi Macar tümenlerine bile hâkim değildi. Her Haçlı birliği, diğerlerindenhabersiz, kendi başına savaşıp kahramanlık göstermeye çalışıyordu. "

Haçlılar 25 Eylül 1396 günü 100 000 ölü ve 10 000 esir vererek muharebemeydanını terk ederler.

Başkomutanın, en uzak cenahlara kadar elinin parmakları gibi hâkim olduğu, en küçük emrinin dakika öldürülmeden körü körüne yerine getirildiği bir ordu. Bu ordu gibi davranan, bu kültüre ve dokuya sahip bir toplum. Buna karşılık her birliği kendi hesabına kahramanlık yapmaya çalışan bir kaos. Merkezi imparatorluk yapısıyla feodal karmasa arasındaki fark, sadece savaşta değil, barışta da doğuyu üstün kılmıştır. Kanun hâkimiyeti, halkınhak ve hukuku, genel sağlık gibi hemen bütün alanlarda Batı geridedir. Bu geriliktendir ki Osmanlı, Niğboluları, Vama, Kosova ve Mohaçları, Prevezeleri, İkinci Viyana Kuşatmasına kadar hemen bütün büyük ve kritik savaşları kazanmıştır .

Niğbolu'dan bir asır, “hatta iki asır sonra da Avrupa'nın durumu çokfarklı değildir. 1500 yılında Avrupa'da 500 adet bağımsız güç, merkezi vardır. Feodalite'nin siyasî yapısıdır bu. 1600 yılında bir tek batı ülkesinin bile daimi ordusu yoktur. Avrupa'daki tek daimi ordu Türklerinkidir"

Batı bu yüzden geri kaldı. Merkezi otorite yokluğundan, kanun hâkimiyetinin ve devletin zayıflığından. Doğu güçlü devlet sistemiyle ve o devletin güçlü ekonomisi ile toplayıp aynı disiplinle yönettiği ordularıyla üstündü.

Batı niçin geri kaldı sorusunun cevabı budur. Kısaca, feodalitedir.”
Batı nasıl zenginleşti?
Batıyı izleyen yüzyıllarda ileri götüren de bu feodalitenin bir yan ürünüdür.

Bu "fetret", bu keşmekeş, bir çoklarına göre Avrupa'nın yükselişinin çekirdeğini içinde taşımaktaydı. Bu yıllar Rönesans'ın, Reform'un, matbaanın, Kolomb'un, Magellan'ın yıllarıdır. Avrupa bu saydığımız yeniliklere dayanarak atağa kalktı. Rosenberg ve Birdzel daha sonra da Diamond'a göre(bundan sonra kısaca "RBD" diyeceğim) bu atılımların her biri ancak bu derece siyasî dağınıklığa sahip, bu derece başı boş bir kıtada gerçekleşebilirdi.

Onlar karşısında Türkleri "yenilmez Türk" yapan bu farklılık merkezî otorite altında gerçekleşmesi pek güç, birçok yeniliğin Avrupa'da denenmesinin önünü açtı. Sonuç başarılıysa, hemen başkaları da uyguladı. Başarısızlar tarihe gömüldü. Bir bakıma "en iyinin hayatta kalması- istifa vetiresi" işledi.

Doğunun büyük imparatorluklarında ise, bir şeyin yapılıp yapılmamasına fertler karar veremiyordu. "Yap!", “yapma!" kararları merkezden çıkıyordu ve çoğunlukla "yapma!” yönündeydi. Kaldı ki, yeni bir şeylerin denenmesi, deneyene bir avantaj sağlamazdı."

…………………………………….

“Batı'nın üstünlüğünün sebebi feodalite vesiyasî İktidarların bölük pörçüklüğü değildir.Nitekim batı asıl üstünlüğünü büyük, üniterve milli devletler kurulduktan sonra kazanmıştır. Batı'yı üstün kılan tarihi kaza, Roma imparatorlukları(Bati ve Doğu) ve nihayet -asla Roma imparatorlukları kadar güçlü, olmamış- Papalığın merkezi yapısından milli devletlerin merkezi yapısına geçirilirken ara dönemde, feodalite karmaşası içindeyken gelişen zihniyettir: Servetin devlet dışında da elde edilebileceği, tek tek insanların kapı kulu olmadan da önemli ve kazançlı işler yapabileceği, böyle yapmaları gerektiği
zihniyeti. Hayır ve şerrin sadece devletten gelmediği; insanların da geniş bir oyun alanına sahip olduğu... Bu anlayış, en kuvvetli şekliyle İtalya şehir devletlerinde oraya çıkmıştır. Modern muhasebeden modern "şirket" anlayışına, bankac1lıktan sigortacılığa kadar birçok zengin dünya kurumunun İtalya menşeli olmasının sebebi budur..KristofKolomb'un da. İşte aranılan "zihniyet" budur


“Zihniyet
Zenginlik devletçe yaratılmamaktadır Zenginlik, kazanmak isteyen fertlerve o fertlerden oluşan şirketler vasıtasıyla yaratılmaktadır. İnsanlar"kendi işlerini, kendileri için" yapmaktadır. Başkasının-devletin- işlerinikendileri için değil. Devlet, kendileri için çalışan fertlerin eşit şartlarda rekabetetmesini, edindikleri mal ve mülkün eşkıya ve dolandırıcılar tarafındanellerinden alınmamasının, kişiler arasındaki kontratlara riayeti temin edecekkanun hâkimiyetini ve güvenliği sağlamaktadır. Bu güvenlik ve hâkimiyet nekadar sağlam ve tavizsiz olursa fertler de o kadar verimli olmaktadır.

Hâlbuki şahsî servet bizim toplumumuzda daima şüpheyle karşılanmıştır. Devlet şahsî servetleri her zaman "müsadere" edebilir. Ticaretve sanayi azınlıkların işidir. Para kazanmak isteyen devlet hizmetine girer.

İsterseniz günümüz için buna, "siyasete atılır"ı da ekleyebilirsiniz. Zenginülkelerde para kazanmak isteyen iş hayatına, çok kazanmak isteyen siyaseteatılır. Bizde bu formülün tam da böyle işlediği söylenemez. Para kazanmakiçin siyasete atılanlarımız az değildir. Simetriyi bozmamak için olsa gerek,
iş adamlarının da bazen birinci hedefinin siyasî güç olduğunu görüyoruz. İlber Ortaylı, "I500'lerde bir sancak beyinin geliri 12.000 altın civarındaydı.Bursa'nın en zengin tüccarının terekesinden ancak 4.000 altın çıkmıştı.Halil İnalcık hocamız söylemektedir: henüz devletin idaresini, toprağın idaresini elinde tutan sınıflar en güvencede, en zengin kısımdır ve bunlarbu dünyayı yaratıyordu. " diye yazıyor.

Çin'li bir yazar şöyle özetliyor: "Çin'de bir mucidin beklentisi, İcadın imparatoratakdim edilip onun beğenisini kazanmak ve sonunda saraya alınmaktı.Bu, yeni bir şeyler İcat etmek için bir teşvikti ama Batı'daki gibi kadın [“icadın”]  piyasaya çıkarılarak ondan para kazanılması düşünülmezdi ".”


……………………………





YAZI 2

17 Aralık 2013 Salı
NEDEN GERİ KALDIK (Kaderimiz)
"Neden böyleyiz" için teorik çerçevem şudur:

KADERİMİZ

Doğu toplumuyuz.

Doğu'da geniş topraklar vardı.

İktidar bir kişide toplanmak zorundaydı. Han, hakan, bey, imparator, padişah vs. Mülkiyet ortaya çıkmaması da bunun bir sonucuydu.

Batıda ise küçük topraklar vardı. Devletler küçüktü. Hatta bir sürü şehir devleti vardı. (Diyebilirsiniz ki Roma İmparatorluğu Avrupa'da değil miydi?..)

1200'lerde İngiltere'de Kralın yetkileri kısıtlanmaya başlandı.

İktidar parçalandı.

Mülkiyet ortaya çıktı.

Bu da Batıyı geliştiren ana motor oldu.

Bu sebeple onlar gelişti.

Biz (doğu) geriledik.
-------------------------

1000 yılımızın büyük değerlerinden Prof. Dr. İlber Ortaylı ile 30.12.2013 tarihinde ofisinde 15 dakika görüştüm. Bu konuyu sordum. Görüşü, mealen:

"Göçebelikte despotluk olmaz, kabile demokrasisi olur. Despotluk (İstibdat) geniş topraklarda kurulan merkezi imparatorluklarda olur"
Gönderen bülentağaoğlu zaman: 18:11 http://img2.blogblog.com/img/icon18_edit_allbkg.gif

---------------------------------------------------------

YAZI 3


Osmanlı Nasıl Yükseldi, Neden Çöktü?
Prof. Dr. İskender Öksüz

Bir ömrün adandığı soru:

Mehmet Genç, cevabı mutlaka bulmaya kararlı bir bilim adamı hüviyetiyle soruyor: Avrupa, kuruluş ve yükseliş devirlerinde Osmanlı’dan daha güçlü idi. Nüfusta güçlüydü, üretimde güçlüydü. Buna rağmen ve Avrupa devletleri sık sık Haçlı bayrağı altında birlikte hareket ettikleri halde Osmanlı, Avrupa aleyhine nasıl başarıyla büyüdü?

Prof. Dr. İSKENDER ÖKSÜZ

Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi

Fikir dağarcığımız henüz lise münazarası seviyesindeyken “Osmanlı niçin yıkıldı” sorusu sık sık karşımıza çıkardı. “Gerici oldukları için”den, “demokrasi olmadığı için”e kadar, her biri bir öncekinden saçma ve bazıları da “endüstrileşmedikleri için” gibi daha az saçma birçok cevabı vardı bu sorunun. Emin Oktay’ın dışında da biraz tarih okumuş olmanın avantajıyla ben şöyle düşünürdüm: Bunun cevabını bulmamız şart; Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatabilmek için. Fakat daha önce başka bir soruya da cevap vermeliyiz... Osmanlı İmparatorluğu nasıl altı asır yaşadı?

Yanılmıyorsam, Japon imparatorluk ailesi hâriç, Osmanlı, dünya tarihinin en uzun ömürlü hanedanıdır. Üstelik Japonya gibi çok geniş ve su dolu bir hendeğin arkasında değil, dünyanın merkezinde oturmaktadır. Dolayısıyla makul soru, “Osmanlı nasıl bu kadar uzun yaşadı?”dır.

Eh o zaman da biraz kopyaydı; şerefi bana değil, ciddî tarihçilerimize aitti ama meğer bu, hiç de yabana atılacak bir kopya değilmiş. Mehmet Genç, titiz bir entelektüel ve ilmî disiplin içinde ve cevabı mutlaka bulmaya kararlı bir bilim adamı hüviyetiyle soruyor: Avrupa, kuruluş ve yükseliş devirlerinde Osmanlı’dan daha güçlü idi. Nüfusta güçlüydü, üretimde güçlüydü. Buna rağmen ve Avrupa devletleri sık sık Haçlı bayrağı altında birlikte hareket ettikleri halde Osmanlı, Avrupa aleyhine nasıl başarıyla büyüdü? Bu Osmanlı’nın birinci problematiğidir diyor Genç. İkincisi de şu: Gerileme devri, Avrupa’nın endüstrileşmesine tekabül eder. O dönemde Avrupa bütün dünyaya hâkim olmuştur. Gerçekten de endüstrileşme insanlık tarihini ikiye bölen bir gelişmedir; sonrası ile öncesi birbirine benzemeyen bir kırılmadır. Yükseliş döneminde zaten Avrupa lehine olan nüfus ve ekonomi üstünlüğü bu dönemde katlanarak artmıştır. Bütün bu faktörlere rağmen ve endüstrileşemediği halde Osmanlı’nın gerilemesi niçin bu kadar yavaştır? Bu da ikinci Osmanlı problematiği.

Osmanlı problematiği

Mehmet Genç, işe, böyle büyük meselelerle değil görece daha basit sorularla başlamış. Rahmetli Prof. Ömer Lütfi Barkan’ın yanında, iktisat tarihi doktora programına kabul edildiği zaman seçilen konu, “Endüstri devriminin Osmanlı iktisadına etkisi”... İktisat tarihinde doktora yapacak bir Mülkiyeli. Bu taze bir bakış açısı demek. Yabancı dili de var, Fransızca. Eh daha ne istiyorsunuz? Türkçe yayınları oku, Fransızca yayınları oku, onların atıf yaptıklarına sen de atıf yap, tezi bitir, doktorayı al. Endüstri devrimi Osmanlı’ya nasıl mı tesir etti; o da kolay. Vergi miktarlarındaki artışları, azalışları izle... Vergi artıyorsa üretim artıyor, azalıyorsa azalıyordur...

Genç, işlerin o kadar basit olmadığını çabuk keşfediyor. Çeşitli sektörlerde tahsil edilen vergiler yüz, yüzeli yıllık zaman aralıklarında sabit kalıyor. Uzun enflasyon dönemlerinde bile pek az değişiyor. Türkçe ve Fransızca kaynaklarda bu problemin çözümü yok. Daha vahimi, problemin kendisi de bu kaynaklarda yok! Ömer Lütfi Hoca, her müşfik hocanın yapacağı teklifi yapıyor, “Şu ana kadar bulduklarınla tezini yaz, dereceni al, sonra devam edersin”. Hayır diyor Genç. Bu problemi çözmeden yazacağı tezden rahatsız olacak. Belki İngilizce kaynaklarda cevap vardır diye düşünüyor; oturup İngilizce öğreniyor! İngilizceyi ne kadar zamanda öğrendiğin yazmamış, fakat öğrendikten sonra İngilizce kaynakları okuması iki yıl sürmüş. Orada da cevap yok.

Son çare ünlü Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ne doğrudan müracaat.  Bu sefer yeni bir dil değil ama Osmanlı’nın terminolojisini ve farklı yazı cinslerini öğrenmek gerekiyor. Çoğu kolaydı diyor Mehmet Genç, fakat divanî ve siyakat gibi yazılarda sıkıntı çekiyordum. Arşivi okumada kendisine bir başka büyük akıl, rahmetli Erol Güngör Hoca yardımcı oluyor. Benim o tarihlerde olan biteni fark etmem de Erol Güngör vasıtasıyladır. Mehmet Genç’ten o kadar sevgiyle bahsederdi ki... Arşivden çıkmayan bir Mehmet Genç; âdetâ bir ilim çilesindedir ama kırk günle falan sınırlı değildir ve dolacağa da benzemez. Tutku ki ne tutku! Allah’tan Türkçe’deki “tutku”, yabancı dillerdeki “obsesyon” gibi menfî anlamlar taşımıyor. Bazen birlikte okuduklarının arasında ilgi çekici bulduğu ifadeleri de bizimle paylaşırdı Erol Güngör. Aklımda Osmanlı vakanüvisinin Napolyon’u tarifi kalmış: “Frenk cenerallerinden Napolyon nâm sergerde!”.

Tabiî bu arada doktora süresi bitiyor, öğrenciliği de. Ömer Lütfi Barkan Hoca, macerayı yakından izlediği ve bunun bir başarısızlık değil, olağan dışı bir ilim tutkusu olduğunu bildiği için Mehmet Bey’i bu sefer uzman kadrosuyla istihdam ediyor. Barkan Hoca’nın ömrü vefa etmiyor. Doktora da kalıyor ama Mehmet Genç soruya cevap aramaya devam ediyor.

Osmanlı vergi kaynakları bir cins ihaleyle kiralanmakta. İltizam denilen bu usulde, belli bir yerin, belli bir konudaki vergisini tahsil işi arttırmaya çıkarılıyor ve en yüksek fiyatı verende kalıyor. Verilen iş, o mahalde o konudaki verginin toplanması. Bu mahal ve konu, bir gümrük veya bir borsa olabilir; başka vergi kaynakları da. Bunların her birine “mukata” deniyor. Devletin ihaleyi kazanandan, yani mültezimden istediği yıllık ödeme, sabit bir rakam. Biz o rakamı “vergi” diye anlarsak ki kayıtlarda öyle görünüyor, bu miktar on yıllar, hatta asırlar boyu değişmiyor. Değişen ve devletin asıl önem verdiği, başta alınan peşin para. Mültezim, yani vergi toplama işini alan mukatadan devlete verdiğinin üstünde tahsilat yaptığında fazlası kendisine kalıyor, ki işte artıp eksilen gerçek vergi bu fiilen toplanan miktar. Fakat Osmanlı Maliyesi’nin kayıtlarında o rakam gelir olarak görünmüyor.

Bunu keşfettikten sonra Mehmet Genç’in önünde artık bir ekonomi matematiği problemi var. Cari faiz haddi belli iken, bir mukata ihaleyle şu kadar kuruşa alınmışsa, onun geliri ne idi? Böylece ihale bedellerinden hareketle ve tersine hesapla fiilen tahsil edilen vergiler-yaklaşık olarak-  bulunabilmektedir. Şirket satışlarında veya borsaya yeni arz edilen şirketlerin hisse değeri hesaplarında buna benzer bir metot uygulanır. Adı, “indirgenmiş nakit akışı”dır. Mehmet Genç’in hesabı bunun tersi: Mukatanın değeri şu kadarsa, nakit akışı nedir?

Böylece on yıllara yayılan çile biter. Mehmet Genç, cevabı yakalamıştır. Artık Türkiye’nin veya bir vilayetin, bölgenin üretim rakamlarındaki değişmeleri takip edebilmekte, bu değişmelerin endüstri devrimiyle de, kaybedilen topraklarla ve pazarlarla da ilişkisini izleyebilmektedir. Meselâ Tokat’ı inceleyip, Tokat ekonomisinde içdenizimiz Karadeniz’in ne demek olduğunu görebiliyorsunuz. Ardından da içdenizin kaybedilmesinin sonuçlarını.

Stres teorisinin mucidi HansSelye, “Rüyadan Keşfe” adlı eserinde, bilim adamlarının iki cins olduğunu yazar. Bilgi bir ormansa, bir tip bilim adamı, maymun gibi daldan dala, ağaçtan ağaca atlamaktadır. Genel görüşü son derece güçlüdür ama detaya hâkim değildir. Diğer bir tipi, ipek böceğine benzetir. Ormana değil, ağaca veya dala da değil, bir yaprağa odaklanmıştır ve uzun zaman da alsa o yaprağı hazmeder! Mehmet Genç ikinciye benziyor ama o derece bir tutkuyla çalışmış, ormandaki yapraklardan o kadar büyük miktarları hazmetmiş ki genellemeleri de sağlam ve özgün.

Ampirik bilgi, deha seviyesinde bir kafada belli bir miktarın üzerinde birikince genellemeler belirmeye başlıyor. Genç’te olan bu. Osmanlı’nın ye yaptığını, nasıl yaptığını bütün ayrıntısıyla inceledikçe, yaptıklarının arkasındaki aklı da görmeye başlıyor. Osmanlı Devleti’nin niçin öyle yaptığı, yani Osmanlı’nın iktisat felsefesi ve ilkeleri de çözülüyor.

Genç de bunun farkında ve 1966’da İstanbul Üniversitesi’nin kendisine verdiği fahrî doktora için yapılan törendeki konuşmasında halini şöyle anlatıyor: “İnsan incelediği, zihin dünyasını yönelttiği obje ile bir şekilde kaynaşmaya başlar. Onun özellikleri ile bulanır; obje nerede biter, zihin nerede başlar, fark edilmesi bile zorlaşır. İnsan okyanusta yüzmeye kalkınca, tabiî ki derinliklerin üzerinde görünür. Aslında derinlik kendisinde değil, içinde yüzdüğü okyanustadır.” “Benim esas şansım, devasa bir obje ile uğraşmaktan ibarettir. Osmanlı Devleti, tarihin tanıdığı sayılı büyük yapılardan biridir. Kendi tarihimizde de dünya ölçüsünde rol oynama imkânı bulduğumuz müstesna bir dönemdir. 600 yıl süren bu büyük mirasın üzerine eğilmek, okyanusta yüzmeye başlamak gibi bir şey.”

Mehmet Genç, “vergi miktarları neden değişmiyor” sorusuyla yola çıkmış. Kendi tabiriyle bu yoldaki hâli, “Hac yolundaki bir karınca”ya benziyor. Yirmi yıl sonra bu sorunun cevabını bulmuş bulmasına. Fakat o yolculuk esnasında bu cevaptan çok daha fazlası derlenmiş ve yolculuğa çıkış sebebini ikinci plana itecek başka şeyler keşfedilmiş: Osmanlı Devleti’nin, üç temel maddede toplanan ekonomi felsefesi! Bu felsefeyi sonraki yazıya bırakıp Mehmet Genç’in akademik dünyadaki macerasına dönmek istiyorum. Doktora çalışması 1960’ta başlıyor ve ta başta Mehmet Genç, değişmeyen vergi problemine takılıyor, vaya “takıyor”. Yoksa, Ömer Lütfi Barkan Hoca’nın, “şu ana kadar bulduklarını yaz” teklifine, her halde bin doktora öğrencisinden 999’u evet derdi. Demek ki derinlik sadece okyanusta değil, üstünde yüzende de. Probleme bir yabancı dil yetmiyor, ikincisi öğreniliyor. O da yetmiyor, Osmanlı kayıtlarını okuma tekniği elde ediliyor. Doktora bir unvan, bir diplomadır. Genç’in aklında bunlar yok. Onun zihninde sadece ilmî problemi var. Sonunda aradan kabaca kırk yıl geçiyor. Ve şimdi elimizde bir kitapta toplanan olağanüstü bulgular var. Ötüken Yayınları’ndan yedinci baskısını yapan, “Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi”.

Kırk yılda yazılan kitap

Kitabın yazılışı da ayrı bir macera. Erol Güngör ve Ötüken Yayınevi yöneticileri, onun kitap yazmasının da doktora yazması kadar müşkil olacağını kestiriyorlar. Erol Güngör’ün teklifi ile şöyle bir taktik izliyorlar: Genç’i, müstakbel kitabının telifini peşin almaya ikna ediyorlar ki Genç, kendisini o kitabı yazmaya mecbur ve borçlu hissetsin. Sene 1980! Kitabın fiilen yayınlandığı yıl 2000! Demek ki yayınevi yirmi yıl bekliyor... Diyecektim ki aslında beklemiyor, uğraşıyor. Kitap üç kere diziliyor ve tekrar dağıtılıyor. Kitabın kapağı da yaklaşık bir o kadar hazırlanıp bozuluyor. Yayınevi’nden kadim dostum Erol Kılınç’la konuştum: “Osmanlı’nın temel iktisat felsefesini anlatan, giriş bölümündeki orijinal fikirleri muhtevi kısmı -ki kitabın kilit bölümüdür- adeta ayakta yazıp göndermiştir. Bana göre bu müstesna dehâ birikiminin çok küçük bir kısmını ilim âlemine aktarabilmiştir.” dedi.

Herhalde Mehmet Genç’in alamadığı doktora, alınmış ve alınmamışlar arasındaki en değerli doktoralardan! İstanbul Üniversitesi’nin fahri doktorası da dünyadaki benzerleri arasında en yerinde tevcih. Olağanüstü bir devletin olağanüstü felsefesini, olağanüstü bir bilim adamı ve olağanüstü bir yayınevi bize hediye edebilirdi ancak ve çok şükür bu üçü bir araya gelebildi.

iskenderoksuz@gmail.com
KAYNAK:Açık Görüş /Star Gazetesi
------------------------------------------------

YAZI 4


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder