12 Temmuz 2020 Pazar

ÇELİK GÜLERSOY İLE YAPILAN RÖPORTAJLAR (1)




ÇELİK GÜLERSOY İLE YAPILAN RÖPORTAJLAR (1)

(28 röportaj)

Bülent Ağaoğlu
12.7.2020



24.12.1976. 1976’nın Ekim ayında ilk kez Safranbolu’ya gelen ve Kızıltan Ulukavak tarafından önerilen Asmazlar Konağı’ndan ve Safranbolu’dan çok etkilenen Gülersoy, Hürriyet Gazetesi’nin 24 Aralık 1976 tarihli nüshasındaki röportajında;
“…Asmazlar Konağı Türk tipi bir otel olacaktır. Türkiye’de böyle bir otel yoktur. Bunu ilk kez biz gerçekleştireceğiz.
Turistlerin büyük ilgisini çekecektir. Asmazlar Konağı’nı hizmete açtığımızda bölgede büyük bir canlılık olacaktır” der.”. https://karabukbulten.com/2020/07/07/celik-gulersoy-istanbul-kadar-safranbolu-icin-de-unutulmazdir/

01.04.1982. Çelik Gülersoy Adında Bir Adam!..  Hürriyet gösteri - Sayı:17 /Nisan 1982




1.9.1985. 1985. "İstanbul’un bir depremlik canı var" . Milliyet. https://www.youtube.com/watch?v=Tz84Ny05-Ak










04.2004. Çelik Gülersoy: "Öncelikli Sorun Tanıtım Değil, Şehri Turizme Hazırlamaktır", İstanbul dergisi. 88-89ss. (Tarih Vakfı)

2012. Beşir Ayvazoğlu: Gel Söyleşelim Cümle Geçen Demleri. İstanbul, |TİMAŞ YAYINLARI. 2012.

Tarihi tespit edilemeyenler;
·         Cumhuriyet. https://core.ac.uk/reader/38314352
·         Kapalıçarşı dergisi. https://core.ac.uk/reader/38314382

-------------------:
Bugünlerde moda bir deyim var, pozitif düşünmek. Bana, "Çok olumlu işler yapıyorsun, ama çok olumsuz düşünüyorsun" diyorlar. Oysa oradaki olumsuzu çıkarıp yerine gerçekçi sözünü koymak lazım.
Yolunuz birçok kez Yıldız Parkı'na düşmüştür… Belki parkta birçok kez yürüyüş yaptınız, Malta Köşkü'nde ya da kır kahvesinde çayınızı yudumladınız. Sultanahmet'teki Yeşil Ev'in rengarenk çiçeklerle dolu bahçesinde otururken mis kokularla kendinizden geçtiniz. Ya da Soğukçeşme Sokağı'ndan, pansiyon haline getirilmiş yan yana sıralanan dokuz evin önünden birçok kez geçtiniz… İşte Çelik Gülersoy, burada adı geçen ve geçmeyen birçok yerin, bugünkü görünümüne kavuşmasını sağlayan kişi.
İstanbulluların, Çelik Gülersoy ismini çok iyi bilmesi gerek… Kendisi, İstanbul'a gönül vermiş, hatta sadece gönül vermekle de kalmamış; ömrünü bu şehirdeki birçok tarihi yapıya ve mekana tekrar hayat kazandırmaya adamış; kültürüyle, bilgisiyle ve görgüsüyle gerçek bir beyefendiJandarma komutanı babasının doğu hizmeti sırasında
Hakkari'de doğan Gülersoy, 3 yıl sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a yerleşir. 1958'de Hukuk Fakültesi'ni bitirir. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu'nun çeşitli hizmetlerinden sonra 1965'de kurumun genel müdürlüğünü üstlenir. Kuruluşu yeni baştan organize ederek ulusal bir çapa kavuşturur. Ülke ve dünya çapında ün yapan bir dizi parklar, restorasyonlar, teknik servisler ve film hizmetleri gerçekleştirir. Yıllarını İstanbul'u güzelleştirmeye adayan Gülersoy'un eski İstanbul'a duyduğu özlem gözlerinden okumak hiç de zor değil...
Kendisine İstanbul'u ve çocukluğunu sorduğumuzda, oldukça çarpıcı bir yanıt alıyoruz…
Benim İstanbul'um, çocukluğumdur. İstanbul bozuldukça ben oraya iltica ediyorum, sığınıyorum.
"Benim İstanbul'um zaten çocukluğum. Oraya iltica ediyorum, sığınıyorum. Buraya yerleşemedim. İstanbul bozuldukça benim kaçma isteğim de artıyor. Herkes Zincirlikuyu'dan Beşiktaş'a doğru iner, ben inmem. Kalırım orada, hayalim kalır. Çünkü o Sabancı Lisesi'nin olduğu yer bizim bostanımızdı. Arnavut Halil Ağa, oraları kiralayıp bostan yapmış. Bir tarafı ağaçsız, o yüzden güneş isteyen sebzeler dikiyor. Öbür taraf ağaçlı, orada yüksek çamlar var. O yüzden güneş istemeyen sebzeleri mesela ıspanağı o tarafa dikiyor. Şimdi her şey bambaşka…"
Şimdiki İstanbul'u eski haliyle kıyasladığında ise, gördüklerinin hiç hoşuna gitmediği belli oluyor…
Bazen dostlar der ki, "Gene biz şanslıyız, biz iyi günler gördük ama gençlere daha çok acıyoruz, onlar hiç bir şey görmedi". Oysa, onların neresi şanssız, asıl şanssız olan biziz. Ben bizim kuşağa daha çok acıyorum. Çünkü biz geçmişle bugünü mukayese ediyoruz. Bunun neresi güzel?"
"İstanbul'da iki şeyi bilen insan için güzel hiç bir şey yok. O da eskiyi bilmek ve yurtdışını bilmektir. Biliyorsanız, bedbahtsınız… Bunları bilmiyorsanız, sizden mutlusu yoktur. Şurada iki adım ötede, Bulgar sınırından sonra ağaçlar yolun iki yanında yemyeşil bir tünel yapmış, o tünelin içinden geçiyorsunuz. Bunu gördükten sonra insan yine de mutlu olabiliyorsa iyi…
Biz her yıl bir şey kaybediyoruz. Ben şöyle özetliyorum; Türkiye'de Doğu gitti, Batı da gelmedi… Doğu neydi; hatır, gönül, saygıydı … Batı neydi; yasa, örgüt, organizasyon… Bunun yerine bin türlü dejenere olmuş alışkanlık geldi…"
Gülersoy, İstanbul depreminden önce yapılan çalışmaları malesef pek gerçekçi bulmuyor…
İstanbul'da deprem öncesi yapılan her tür çaba ya aptallıktır, ya çıkarcılıktır, Bunların ikisi de toplum açısından aynı kapıya çıkar…
"İstanbul'da deprem öncesi çalışmaları anlamsız. Bugün bir gazetenin manşetinde ihtilafa düşen apartman sakinlerinin haberini okudum. Anlaşmazlık olunca binaya hiç bir şey yapılamamış, para da çarçur olmuş. İşler böyle olunca, o doğrultuda yapılacak her şey beyhude…Jeologlar, zemin etüdleri bitirilsin diyor, zemin etüdü yapacak adam yok ki Türkiye'de.
Bir kere bilgili adam yok. Bilgiliyse, dürüst değiller, çıkara göre hareket eden çok insan var. Diyelim ki; dürüstlükle, iyilikle, sabırla biz bu işi yaptık. O zaman ne yapacağız, toprak üstündeki bütün yerleşimleri yok mu edeceğiz? Bütün bunlar hayal… Deprem öncesi yapılan her tür çaba ya aptallıktır, ya çıkarcılıktır, ikisi de toplum açısından aynı kapıya çıkar. Üstüne üstlük hepsi de vakit kaybıdır. Gerçekçi olursak, tek organize güç ordudur. Hiç vakit kaybetmeden orduya yetki, görev, araç, gereç vermek lazım.
İstanbul önce yollarını kaybedecek. Depremden sonra bölgeye yemek, ilaç, doktor, yardım malzemesi götürmek için önce yolların açık olması gerek. Şuradaki binalara bakıyorum, her bir kat daha ileri çıkmış. Tavandan izdüşümünü verirsek, yolun ortasına geliyor. Bina bulgur gibi yıkılacak. Durduğu yerde dizinin bağı şimdiden çözülüyor. İşte bu yüzden ulaşım şebekesini açmak lazım… Şurada Galata Köprüsü'nün onarımı için harcanan zamana bakın, üzerinden 5 yıl geçti, hala ortada bir şey yok. Bizde atalet var, tembellik var, bürokrasinin işlemez çarkı var. Bunların en az olduğu, hatta hiç olmadığı tek kuruluş ordu. Deprem sonrası için, ihmali, suçu, hırsızlığı, suçu neyse onu kulağından duvara çivileyecek bir yetki düzeni lazım. Bu şehirde daha tentürdiyot stoku bile yok… Önce insanların yetiştirilmesi lazım. Depremden sonra kaos olacak, yağma-tahrip başlayacak. Gördük işte bunları… Kadının kolu çıkıyor, bilezik var diye kolunu kesiyorlar… Böyle bir toplumda yaşıyoruz".
Değişen her şeye rağmen, az da olsa değişmeyen ve hala sevdiği semtler olmalıydı...
Benim İstanbul'da sevdiğim semtler, betonun üstüne damlamış reçel damlası gibi…
Birincisi Sultanahmet tabii… Beyoğlu'nu yer yer severim. Yıldız güzeldir. Orada da çocukluğum geçti… Boğaz köylerini severim, vadilere girmiş köyleri… Büyükada'da güzeldir. Güzel derken zenginliği kastetmeyorum, çeşitliliği kastediyorum. Piyerloti'nin ise artık gidilecek bir yeri kalmadı. Piyerloti'nin oturduğu kahve kalktı, yerine arabesk bir şey yaptılar. "Bu sedirde Loti otururdu" demek başka, "Ben buraya bu arabesk sarayı yaptım" demek başka. Bu tür yerleri özelliğiyle korumak gerekir.
Batı böyle yapıyor. Kızkulesi'nde patronla şairler arasında küçük çapta bir harp yaşandı, biliyorsunuz. Şairler; edebiyat evi olsun, şair evi olsun dediler. Iyi güzel ama paraları yok. Kızkulesi'ni zengin bir adama vereceklerdi, yoksul bir adama, şaire değil. Dediğim gibi de oldu. Benim üçüncü bir önem daha vardı, o da Kızkulesi'ni şehrin akvaryum müzesi haline getirmekti, ama olmadı…"
İstanbul artık Floransa, Paris, Roma gibi olamaz. 1950'lere kadar bir şansımız vardı belki ama artık o treni kaçırdık.
"1979 ile 83 arası köşklerin yapım tarihleri, 83'den 94 sonuna kadar kullanım tarihleriydi. 95'ten sonra film koptu. İlk eser Yıldız Parkı'nın kendisi ve Malta Köşkü'ydü. Malta Köşkü akla gelir ama park unutulur. Halbuki biz parkı imar ettik. İçine çadır köşkü, sonra da üç tane de kır kahvesi yaptık. Ekonomik açıdan halkın her kademesine hitap etsin istedik.
Daha sonra Emirgan Parkı içinde önce sarı köşk, sonra da pembe ve beyaz köşk, ardından yine bir kır kahvesi. Bunlardan sona Çamlıca Tepesi geliyor. Sonra da Hidiv Kasrı. Bir de Yeşil Ev var tabii... Bunlardan başka bilinmeyen bir tane daha var. 1972 - 73'ten bu yana her yıl bir şey yaparak Edirnekapı'da Kariye Müzesi ve çevresini de imar ettik. Bütün evler onarıldı, yol trafiğe kapandı. Bunlar hep bağış olarak yapıldı. Sonra bir Kariye Oteli yaptık. Bunları yaparak tarihle sanatla halkı buluşturduk.
Bizden önce de onarım yapılıyordu, resmi amaçlarla kışlı, okul yapılıyordu. Ancak halkın kültür hayatı için ilk defa biz çabaladık. İlk defa halk bir sarayın içine girdi, oturabildi. Dolmabahçe Sarayı'nı gezer çıkarsınız, caiz de değildir oturmanız, ama Malta Köşkü'nün Çadır Köşkü'nün içinde oturabilirsiniz. Çiçekleme yaptık, çeçek zevkini vermeye çalıştık, her ağacın altını taş teraslarla banklar koyarak değerlendirdik, ağaç sevgisini aşılamaya çalıştık. Bu çok yönlü bir konudur, sırf köşkte sahlep içmke meselesi değildir; işin içinde doğa vardır, kültür vardır, müzik vardır. Biz Mozart'la, Çaykovski'yle halkı buluşturmaya çalıştık.
Buraları dünya literatürüne geçti, dış basında yer aldı, yabancı rehber kitaplarında yer aldı. Hatta bir Amerikan rehberi, "İstanbul'dan Yıldız Parkı'nı görmeden dönmeyin" dedi, bunları dedirttik yani… Ama sonra, bildiğiniz gibi sosyal duvara çarptık. Örneğin, Soğukçeşme Sokağı ile ilgili çalışmalara başlayacaktık. Daha önceden verilmiş izni varken, izin veremeyiz dediler. Sebep olarak da 'padişah evinin önü böyle gecekondu olmaz' diyorlar. Bunun örneği tarihte yok. Bir gravür var, oradan göründüğüne göre, Ayasofya'nın arkası değil, önü de öyle, tarihte. Kısacası biz iş yapabilmek için harp ediyoruz…"
Çelik Gülersoy'ya içten teşekkürlerimizle...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder