Teoman Duralı Eserlerinde Bilgelik Cümleleri
24.5.2023
https://zeytinburnu.istanbul/wp-content/uploads/2022/12/Teoman_Durali.pdf
“Tasavvuf zaman ve mekândan kurtulmuştur, bu sebeple
tasavvufla felsefe birbirine zıttırlar. Felsefe bilgeliğin evladı, bilgelik de
tasavvufla iç içe olduğundan, felsefe hep tasavvufla, mistiklikle karıştırılır.
Hiç alakası yoktur. İbn Arabî ve Pythagoras gibi hem mutasavvıf hem filozof
olabilirsiniz.
İslam felsefesi tasavvuf ve din değildir, İslam
medeniyetinin içinde ortaya çıkmış olan felsefe demektir. İbn Miskeveyh gibi
dinle ilgisi olmayan adamlar da yer alır orada. Belki son derece dindardı ama
felsefesi hiç bunu yansıtmıyordu. İslam felsefesi demek İslam dinine bağlı olma
manasına gelmez, İslam medeniyeti çerçevesinde yer almış olan bir felsefe ve
bilim sistemidir.
Filozof dine bağlı olabilir ya da olmayabilir ama hiçbir
filozof doğrudan doğruya dinin bildirdiklerinin emrinde ve din doğrultusunda
yürüyor değildir. Mesela İslami çerçevede sayabileceğimiz filozoflardan Farabî,
yine de din doğrultusunda gitmiyor.
Her şeyden önce Farabî’nin belki dindar insanların gözünde
şu günahı olabilir: Filozofu peygamberle aynı seviyede görüyor.” 31-32ss.
………………
“Aranızda konar göçer boylarda yaşamış insanlar varsa daha
yakından bilirler. Ben bir süre bunu yakından izleme fırsatını buldum.
Yörüklerde ve Doğu Anadolu Beritan aşiretinde doğrudan belirlenmiş özel mülkiyet
yoktu. Orta Asya’da da elbisesi, donu, gömleği gibi ufak tefek şeyler kişinin
kendisine ait ama bunun dışında ne var ne yoksa topluluğun malı durumundadır.
Kaldıkları çadırlarla, hayvanlarla ilgili görev bölümü var.
Topluluğun belirlenmiş bir yönetici sınıfı da yoktur. Çok önemli anlarda,
bunalım zamanında yahut karar aşamalarında bir araya gelen ve aralarında
danıştıkları Bir ihtiyarlar, kocamışlar meclisi vardır. Bu, bütün oymak ve
boylarda gördüğümüz evrensel bir özelliktir. İhtiyar; hür olan, karar verme
aşamasındaki insan demektir. Hürle aynı kökten gelmektedir. Niye bazı insanlara
ihtiyar denmiş? Yaşamış ve yaşarken tecrübe sahibi olmuştur. Her yaşayan
tecrübe sahibi olur mu? Olur ama o tecrübelerden sonuç çıkaramaz. Bu çok önemli
bir noktadır. İnsanlar arasında fark vardır, insanlar eşit değildirler. Her an
söylendiği gibi eşitlik yoktur. Akıllısı, akılsızı, zekisi, geri zekâlısı
vardır. Akıllı insanın öncelikli özelliği yaşadıklarından sonuç çıkarmasıdır,
derleyip toparlayıp bundan bir sonuca varmaktadır. Yaşadıklarımızdan derleyip
toparlayarak sonuç çıkarmamıza hüküm, yargı diyoruz. Hüküm çıkaran, hüküm
verebilen kişi hakîmdir. Bugün
bilge diyoruz buna ama bütün sonradan görme tabirler gibi bu da zayıf bir
kavramdır. Bilge, bilmekten geliyor. Bilmek herkese mahsustur. Yaşamak için
bilmek zorundasınız. Bilmiyorsanız ayakta kalamazsınız, yaşayamazsınız.
Bilerek, bilgini sınayarak, yoklayarak, bilginin üstüne katlanarak bir ifadede
bulunmak hükümdür. İşte bu tür kişiler hakîmdirler, hüküm verme kabiliyetine
sahip kişilerdir. Hakîm hüküm verme kabiliyetine sahip olan kişidir.
Yargı da yarmaktan geliyor. Bir bütün olarak görünenin yarılarak yapısının
ortaya çıkarılmasıdır, yargıda bir çeşit analiz, çözümleme var.
Hakîm iki olaya müdahale eder: Sağlık sorunlarına cevap
götürebilir. Bu durumda bu hekimdir. Bireyler arası ilişkilerde sorunları
çözmeye yönelik hükümler verir, bu durumda da hâkimdir, yargıçtır. Kandaş
topluluklarda bu birbirinden farklı işlemler tek bir kişiye dayanır. Tek kişi
öyle muazzam görünüyor ki olağanüstü birtakım yetiler atfediliyor ve bundan
dolayı bu kişiler görmediğimiz güçlerle, ruhlarla bağlantılı kabul
ediliyorlardı ve bunlara büyücü, rahip, şaman deniliyordu. Bu kişilerin
toplumlarda hayat-memat üzerinde karar yetkileri vardı. Nereden biliyoruz? Çok
yakın bir geçmişe değin bu topluluklar yaşamışlardır.
Ben Himalaya’nın güneyinde, Borneo’da ve Yeni Gine’de bu
çeşit toplulukların içinde yaşadım. Son otuz yılda onlar silindi gitti.
Bir ihtimal belki Amazonlarda veya Sibirya’nın çok uzak
köşelerinde hâlâ yaşıyor olabilir.”. 44-46ss.
……………..
“Tarımla, zanaatla ve toplumun korunmasıyla ilgili olarak
değişik sanatlar ortaya çıkıyor. Bunların arasındaki bağlantıları, ilişkileri
ayarlamak için hukuk denilen bir kurum ortaya çıkıyor. Orada da hakîm, hâkim
oluyor. Yani hukuki hükümlerde bulunuyor. Medeniyetle birlikte efendim, üç
temel kurum beliriyor: Siyaset, iktisat ve hukuk.
Bunların
hepsinin demetlendiği kişi olan hakîme bugün bilge diyoruz. İyi ifade etmiyor
bilge, yani bilmekle bitmiyor iş, hüküm vermek lazım. Tabii hüküm vermeniz için
bilmeniz gerekir ama bilmek yetmiyor hüküm vermek için, hüküm vermek için çok
akıllı olmak lazım. Hani bugünlerde moda bir laf var: Akil adamlar. Böyle boru
değil akil olmak, her ortaya çıkan akil oluyor. Bu akil adamlar toplumu yöneten
insanlardır. İşte Fû Hi bunun en görünen örneğidir ve ortaya bir görüş
koyuyor. O görüş daha sonra, çok sonraları işlene, işlene öğretiye
dönüşmüştür.” 73.s.
…………………….
“Doğu
medeniyetleri camiasında bilgelik, -çok ilgi çekici bir nokta bu- dine
dönüşmüştür. Bilgeliklerden dinler ortaya çıkmıştır. Batı’da, Yunan’da –ona
daha gelemedik- bilgelikten felsefe ortaya çıkmıştır. Din bilgeliği taşır,
bilgeliğin sırtına binmiştir. Felsefeyse annesine tümüyle yabancıdır. Artık
bilgelikle ilişkisi olabilir. Bir filozof aynı zamanda bilge olabilir ama
bahçıvan da, saatçi de olabilir, makina da imal edebilir. Organik bir
bağı kalmamıştır felsefeyle bilgeliğin, çünkü bilgelik önemli ölçüde duyguya
dayanır. Din tümüyle bir duygu işidir. Oysa felsefe duyguyu tümüyle
dışlamıştır, duyguyla arasındaki bütün bağları kesmiştir. Salt akıl ürünü
düşünceye dayalıdır. O düşünceye duyguyu sızdırmaz. Felsefenin işi budur.
Tamamıyla duyguyla düşünce ayırt edilmiştir, araya çelik bir
duvar örülmüştür. Aklın işleyişini belirleyen kurallar, ilkeler ve yöntemler
bize mantığı verir. Felsefenin esası mantıktır. Hayatta mantığın doğrudan bir
yeri yoktur. Mantık sunidir, yapmacıktır.
Din yaşatan bir olaydır, hayattır. Bu anlamda dinde mantık
yoktur. Felsefeyle din düşman denilir, hiç alakası yoktur. Elmayla armudu
topluyorsunuz, hiç birbirine müdahalesi yoktur. Arada bir tek köprü vazifesini
görebilecek olan alan ahlaktır ama felsefe ahlakı da akıl üzerine kurar. Yani
ahlakta mantık esastır, bu bakımdan insanlar ahlaktan ziyade dinin getirdiği
edeple iş görürler. Dinin de zaten bütün işi gücü edeptir. Mevlânâ, “Kur’an’ı
bir baştan bir başa okudum, edepten başka bir şey bulamadım” der. Şunu
kastediyor: Doğanın yargılanmasına yer vermiyor Kur’an. Niye vermiyor? Çünkü zaten
onu görüyorsun, önünde duruyor. Onu görüp de sen aklınla yorumlayıp
yargılıyorsun doğayı, edebi görmüyorsun. Edebin unsurları yok karşımızda,
yanımızda, tamamıyla soyut da değil, idealdirler. İyi, kötü, cesur, korkak,
faziletli, namuslu, namussuz, şerefli, şerefsiz, vb. ideal kavramlardır. İşte,
şeref, iyi budur diye armut ağacını, göğü, taşı gösterdiğimiz gibi
gösteremeyiz. Bu taştır, zümrüttür, yakuttur, kömürdür, vb. gösterebiliyoruz,
işaret ediyoruz.”. 77-78ss.
…………………………
“Sokrates de aynı şekilde kendisinden hiçbir şekilde kutsi
bir kişi olarak bahsetmiyor. Çok ilgi çekici bir hususu sonuç olarak
söyleyeyim: Doğu
bilgeliklerinde, Budacılıkta Gautama Siddhartha, Konfüçyüs ya
da Lao
Tzu peygamber değil, bilgedir. Bu bilgelikler dine dönüşmüştür, din hâline
gelmişlerdir ve bu kişiler Tanrı mesabesine çıkarılmışlardır. Gautama
Siddhartha’nın Tanrısı yoktu, Tanrı’dan bahsetmez ama zamanla kendisi Tanrı
mesabesine çıkarılmıştır.
Batı’daki, yani Yunan’daki bilgelik dine dönüşmez, felsefe
hâline gelir. Sami dünyasında din bağımsız olarak ortaya çıkar, Yahudilerin ve
Arapların elinde din bir bilgelik olarak temayüz etmez.
Başlı başına bir kurum olarak çıkar ve insan elinden
çıkmamıştır, iddiası budur. Din hiçbir vakit sosyolojik bir hadise olarak
kendini tarif etmemiştir Batı’da, teolojiktir, iddiası budur.” 128-129ss.
…………………….
“Felsefe-bilimin annesi bilgeliktir ama bilgelik
kendiliğinden doğrudan doğruya doğal olarak felsefe-bilime yol açmış değildir.
Bilgeliklerle her kültür çevresinde karşılaşıyoruz. Bilgelikler
dinlerden oluşmuştur, dinlerden dünyaya gelmişlerdir. O toplumun kendine mahsus
dininden ortaya çıkıyor. Dinden farkı şu: Din müellifi belli olmayan bir
olaydır. Yani kimin onu belirlediği belli değildir. İnsanların ilk ortaya
çıkışından itibaren din olayıyla karşılaşıyoruz.” 209.s.
……………………………….
“En başta dedik ki, bütün toplumlarda bilgelikle
karşılaşıyoruz ama kimi
toplumlarda üstün bilgeliklerin yetiştirildiğini görüyoruz. Özellikle
Avrasya’nın doğusunda kalan Çin, Hint ve İslam öncesi İranlılar büyük bilgelik
gelenekleri ortaya çıkarmıştır. Bu büyük bilgelik gelenekleri -burası çok ilgi
çekici bir şey- zamanla dinlere dönüşmüştür. Şintoluk, Hinduluk, Budacılık,
Konfüçyüsçülük, Zerdüştlük/ Mecusilik belli başlı büyük bilgelik kollarıdır.
Bunların hepsi dine dönüşmüştür. Kimisi dinle ortaya
çıkıyor, Mecusilik ve Hinduluk baştan itibaren bir dindir ama Budacılık,
Konfüçyüsçülük, Taoculuk başlangıçta din değildir. Müellifleri, kurucuları
bilgeydiler. Daha sonra bu bilgelikler dine dönüşmeye başlar, dinleşir. Dünya
ötesi manevi güçlerin varlığı kabul edilir.
Özellikle Budacılıkta başlangıçta yoktu, dünyevidir
başlangıçta, yani Gautama Sidarta onun kurucusu, yapıcısı, belirleyicisi olan
kişi böyle bir iddiada bulunmaz.
Batıya geldiğimizde dinler bağımsız olarak ortaya
çıkmışlardır. Özellikle Batı Asya’da Arap Yarımadası’nda Yahudilik,
Hıristiyanlık ve Müslümanlık bağımsız olarak ortaya çıkıyorlar, bilgelik
iddiasını taşımıyorlar. Yunan’da, Roma’da ve yine Batı Asya’da, Mısır’da, Kuzey
Afrika’da gördüğümüz önceki çok Tanrılı dinler hiçbir zaman bilgelik
değildirler, doğrudan doğruya din olarak gelmişlerdir. Avrasya’nın batısındaki
bilgeliklerden Yunan bilgeliği felsefeye dönüşüvermiştir. En önemli büyük bilge
Thales’dir. Felsefenin onunla başladığı doğru değildir ama felsefeye giden
yolun başını teşkil eder. Neden? Çünkü belli bir görüşü, zanaatı genelleştirir.
Felsefenin ve oradan doğan bilimin yapısını genelleme oluşturur.” 218.s.
…………………….
“Bilgelik değişe değişe, dönüşe dönüşe Sokrates’te bir kavram
soruşturması, kavram araştırması durumuna gelmektedir.
Öğrencisi Eflatun felsefenin bütün şubelerini, bölümlerini
karşımıza çıkarmaktadır ama henüz binayı inşa etmiyor. Eflatun’un kalburüstü,
olağanüstü önemi buradadır. Batı dünyasında iki anayolun, mistikliğin ve
felsefenin açıcısıdır. Talebesi Aristoteles felsefeyi bütün köşe bucağıyla inşa
ediyor. İlk defa felsefe tarihte doğa ötesi güçleri veya gücü esasına, temeline
almadan açıklama getirme çabasındadır. Eflatun’da bu tam anlamıyla
yapılmamaktadır. Yani tümüyle felsefe inşasını din dışı bir zemine oturtmuyor.”
219.s.
……………………….
“Bilgeliğin annesi, bilgeliğin felsefe-bilimdeki tek
uzantısı akıldır. Toplumların kendi edep kuralları vardır. Biz burada bir
topluluğuz, kandaşız, babayız yahut kabileyiz.” 222.s.
……………………….
“TEOMAN DURALI- Şimdi bilgelik erdemdir iddiasını güden
Sokrates’ti, Eflatun’du ve daha önceki bilgeler Tanrıcıydılar.
Esasta akıl o gün de, daha sonraki dönemlerde de dini bir
terimdir. Erdemde de, fazilette de dini bir taraf vardır. Dini gündemde
tuttuğunuz sürece alabildiğine serbestçe davranamıyorsunuz.
Bunu kaldırdığınız vakit serbestliğe kavuşuyorsunuz. Büyük
İngiliz filozof Jung kendisi Tanrı’ya inanmıyor, tanrısız, tanrı tanımaz ama
Tanrı’nın toplum için şart olduğunu öne sürüyor. Başka türlü diyor toplumu bir
arada tutamayız.” 229.s.
………………………..
“TEOMAN DURALI- Ama o da ahlâka girer. Mesela Jean-Jacques
Rousseau’nun -belirttiğiniz gibi- toplum sözleşmesi, o da ahlâka aittir. Edeple
arasındaki farka gelince… Tekrar oraya geleceğim; biraz önce bir arkadaşımız
sordu. Edep üzerinde
konuşanlar edeplerine uygun yaşarlar. Bu kişilere bilge diyoruz. Ahlâk
kuran filozof kurduğu ahlâka uygun yaşamak zorunda değildir. Rousseau deyince
aklıma geldi.” 289.s.
………………………….
“Benzerleri şu anlamda var: Geçerken kazara felsefî birtakım
ifadelerde bulunabilirsiniz. Bu dediğinizi felsefî kılmaz. Bu tuzağa felsefe
tarihçileri çok sık düşmüşlerdir. Hint felsefesinden Çin felsefesine,
Mezopotamya felsefesinden, şundan bundan bahsetmişlerdir. Hayır. Mükemmel bilgelik gelenekleri
var, içlerinde yer yer felsefî unsurlar geçer ama kurumlaşmış değildir.
Burada bir kurum inşa edilmiştir. Burada bahsetmedik ama bunu da ekleyeyim:
Felsefe dinî olmayan ilk kurumdur.” 290.s.
…………………………………..
“Aristoteles’ten önce savaş sanatının büyük üstadı Çinli
bilge Sun Tzu’dır. Mete ondan öğreniyor ve onu takip ediyor. Ordu kuruyor Mete,
öncesinde ordu örgütlenmesi yok.”. 315.s.
………………..
“Böyle bir ayrım yok o topluluklarda, bunlar hep sonra
ortaya çıkar. İşbölümüyle baş gösteren bir ayrım, çünkü bir sürü işkolu ortaya
çıkıyor. Tarımla uğraşanlar var, bu tarımla uğraşanların alet edevatını şehirde
imal edenler var. Demircisi var, marangozu var, ıvırı var, zıvırı var ve bu
değişik işkolları değişik kökenden gelen insanların ilişkilerini ayarlayan bir
meslek öbeği karşımıza çıkıyor. Bunlar el emeği, kol gücüne dayanmayan insanlardır. Bunlar düşünen
kişilerdir: Akil insanlar. Bunlara Arapçada hakîm, Türkçede bilge denilir.
Hakîm daha doğru bir söz, çünkü yargılamak kökünden, “hakeme”den gelen bir
sözdür. Yargılayan, yargılamak ne demektir? Akıl ürünü cümle ortaya koymaktır.
Tamamıyla
akla dayanan, yani duyguları işe karıştırmadan düşünen insanların işi. Bu
hakîmler aynı zamanda kişiler arasında doğan anlaşmazlıkları gidermeye yönelik
hâkimliğe de soyunurlar.
Hakîm aynı zamanda hâkimdir ve aynı zamanda tek tek
bireylerin rahatsızlıklarını, hastalıklarını teşhis edip tedavi eden
insanlardır, hekimlerdir ve nihayet siyaset olayını yürüten hüküm sahibidir,
hüküm verirler.” 440.s.
…………………………
“Çok önemli bir nokta: Asya’daki bilgeliklerden dinler
ortaya çıkmıştır.
Lao Tzu bir din önderi olmuştur. Peygamber diyemeyiz, çünkü
Tanrısı yok. Peygamber Tanrı elçisidir. Batı’da bu var mıdır? Kısmen var.
Hıristiyanlıkta da İsa düzayak bir peygamber değildir. Tanrı gibidir, onu da
anlamıyorum, onu da size izah edemem.” 479.s.
………………………..
“Konfüçyüs’ten
sonra Mo Ti adında büyük bir bilge gelir ve o da Çin’in devlet ve aile
hukukunu belirler. Bir devletin üç sütunu vardır: Hukuk, -ahlâktan gelir-
iktisat ve siyaset. Mo Ti özellikle hukuku belirler. Çin olağanüstü derecede
sağlam bir hukuk devleti olarak yaşaya gelmiştir. Belki bu kadar uzun ömürlü
olmasının hikmeti de buradadır. Çok sağlam bir hukuka dayalı olmasındadır.”
482-483ss.
……………………………
“TEOMAN DURALI- Felsefenin annesi bilgeliktir. Filosofía hikmeti sevme manasına
geliyor. Eflatun hikmeti Tanrı’yı sevmek (theósfilía) manasında alıyor. Eflatun
filosofía ve theósfilía’yı birleştiriyor ve bu dünyevi bilgelik anlamını
aşıyor, ilahilik işin içine giriyor. Eflatun’un talebesi Aristoteles tamamıyla
dinden koparır. Dine düşman, dine karşı değil, dinden bağımsız bir olay hâline
getiriyor. Seküler, dünyevi, akla dayalı bir olay olarak ele alıyor.
Sokrates’in ne dediğini bilmiyoruz, çünkü yazılı hiçbir şey yok. Sokrates adına
ne deniliyorsa, Eflatun’da çıkmış. Eflatun kendi ağzıyla konuşmuyor, hep
Sokrates’in, hocasının, ustasının ağzından konuşuyor. Bu da işte tasavvufi bir
gelenektir, mistik bir olaydır. İslam’daki mistikliğe tasavvuf diyoruz. Benliği
ortaya çıkarmayacaksın.” 509-510ss.
………………..
“Tibetlilerin tanrı hükümdarı Dalay Lama; lama bilge, dalay
ise ulu deniz demektir. Talay dalay olmuştur, bütün değişiklik bu. Denizle çok
fazla bağlantısı olmayan milletlerde deniz, göl, ırmak ayrımı açık değildir.”
519.s.
…………………..
“Göktürklere, Uygurlara değin Türkler Çin
medeniyetindendiler. Mutlak anlamda değil, çok saptıkları noktalar var ama
heyeti mecmuu Doğu medeniyetleri camiasından Çin medeniyetine mensuptular.
Uygurlar Hint medeniyetine geçerler. Türk tarihinin en büyük devlet
adamlarından biri Tonyukuk’tur. Kesif bir Budacılık akımı var, Budacılığa
geçmek isteniyor. Tonyukuk Çin’de dünyaya gelip yetişmiş, orada öğrenim görmüş
bir Göktürktür ve Bilge Kağan’ın veziriazamı olur. “Kesinlikle Budacılıkla
Taoculuğa geçilmeyecek. Bunlar yatalak dinlerdir, bizi miskinliğe sevk eder.”
523.s.
……………………..
“Yani doğrudan doğruya falanca tarihte şu biçimde Türkler
Eflatun’dan bu örneği almış ve uygulamışlardır dememizi mümkün kılacak herhangi
bir belgemiz, delilimiz yoktur. Dolaylı olarak bundan söz edebiliriz.
Eflatun’dan en fazla etkilenmiş büyük filozofumuz, belki de tek Türk filozofu
Uzluk Oğlu Farabî’dir. Öncelikle devlet felsefesi babında Eflatun’dan çok
etkilenmiştir. Farabî’den
başka filozof değil ama iki büyük bilgemiz var. Türklerin bilgeleri İslam’dan
önce ve İslam’dan hemen sonraki dönemde öncelikle devlete odaklanmışlardır.
Tasavvufa kayan bilgelerimiz daha sonraki çağlardadır. Çünkü Türklüğün
yüreğinde -öyle diyeyim devlet ve askerlik olmuştur.” 527.s.
……………………..
“En üstün us toplumların önderleri olan beylerdedir. En üst
seviyedeki us beylerde ve boyların birliğini ifade eden budunun başındaki
kişide tecelli etmektedir, bunun adı meliktir. “Melik”i bilge veya bilinç diye
bugünkü Türkçeye tercüme edebiliriz. Meliğin tecellisi, tezahürü toplum idare
sanatıdır ve buna en
önemli, en büyük bilgelerimizden Yusuf Has Hacib “kutadgu bilig” demiş.
Kutadgu bilig, bilince ermenin getirdiği üstün saadettir,
kut en üst seviyedeki kutsallıktır. En üst seviyedeki mukaddeslik, kutsallık
devlettir. Bunun bilincini yaşayan kişi ise “kutadgu bilig”dir.
İslam’dan
önceki eski Türklerde toplumun önderliğine soyunan kişiler bilge olarak
nitelenmektedirler, Bilge Kağan, Bilge Tonyukuk gibi. Bilgelerin bir danışma
meclisi vardır. Bir araya gelirler, toplumun, devletin hayati meselelerini
tartışırlar. Savaş kararları alırlar, göç kararı alırlar, nereye
yerleşileceğine ilişkin kararlar alırlar. Bu danışma meclislerine toy adı
verilir. Devletin oluşumuyla birlikte gelenekler zayıflar, yerini kanun alır.”
533.s.
………………………………
“Türkler toyları toplayarak karar alırlar. Bizim iki çeşit
zevzeğimiz var: 1. Kendimizi olağanüstü düşük görme gayretinde olan şebelekler
var, 2. Olağanüstü yüce göstermeye, haddinden fazla göklere çıkarmaya eğilimli
kişilerimiz var. Bu toyların, danışma meclislerinin demokrasiyle uzaktan
yakından alakası yoktur. Çünkü bu iddiayı getirir bu kişiler, bizde demokrasi
vardı, efendim meclis vardı derler. Evet meclistir ama bütün halk kitlesinin
katıldığı bir meclis değildir. Sadece ve sadece her toplumun, obanın, oymağın,
boyun ve nihayet budunun
bilgelerinin bir araya geldiği bir meclistir. Bu, Türklere mahsus
değildir, hemen hemen bütün kadim toplumlarda karşılaştığımız bir manzaradır.
Germenlerde, İbranilerde, Araplarda da vardır. Çinlilerde yoktur, çünkü
Çinliler baştan itibaren son derece muhkem, müstebit, merkezi bir devlete
sahiptirler. Türklerin devleti merkezidir ama muhkem değildir. Çok mütecanis,
homojen değildir. Birçok parçadan meydana gelir. Konfederatif, ittifaklara
dayalı bir yapısı vardır. Bu sebeple de çok kolay dağılabiliyor. Selçukluya
değin Türk devletleri kısa ömürlü olmuşlardır. seksen, yüz, yüz elli, en babası
iki yüz yıl civarında yaşadı, bunu aşmıyor. Gerek Büyük Selçuklularda, gerekse
Anadolu Selçuklularında ilk kez uzun ömürlü bir devlet yapısını görüyoruz,
tabii en uzun süreyi Türk devlet geleneğinin şahikasını oluşturan Osmanlı’da
görüyoruz ki altı yüz küsur yıllık bir devlet yapısına sahiptir.” 534.s.
………………………………..
“TEOMAN DURALI- Kung Fu bir filozof değildi, bir bilgeydi. Strateji
ve taktik ikiliği yoktu onda, o bize dövüş sanatlarını aktarır. Bu sadece onda
değil, bütün Çinli bilgelerde vardır, Konfüçyüs’te de vardı. Bütün bu doğu
bilgeliklerinde savunma sanatı diyebileceğimiz olaylar vardır. Savaş ve
askerlik sanatı bunu aşar. Dövüş sanatı değildir o yalnızca, biraz önce
söyledim size, bütün bir savaş senaryosu düşünülür, öngörülür.” 543.s.
………………………..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder