12 Eylül 2024 Perşembe

Teoman Duralı Eserlerinde Bilgelik Cümleleri

 

Teoman Duralı Eserlerinde Bilgelik Cümleleri

24.5.2023

https://zeytinburnu.istanbul/wp-content/uploads/2022/12/Teoman_Durali.pdf

“Tasavvuf zaman ve mekândan kurtulmuştur, bu sebeple tasavvufla felsefe birbirine zıttırlar. Felsefe bilgeliğin evladı, bilgelik de tasavvufla iç içe olduğundan, felsefe hep tasavvufla, mistiklikle karıştırılır. Hiç alakası yoktur. İbn Arabî ve Pythagoras gibi hem mutasavvıf hem filozof olabilirsiniz.

İslam felsefesi tasavvuf ve din değildir, İslam medeniyetinin içinde ortaya çıkmış olan felsefe demektir. İbn Miskeveyh gibi dinle ilgisi olmayan adamlar da yer alır orada. Belki son derece dindardı ama felsefesi hiç bunu yansıtmıyordu. İslam felsefesi demek İslam dinine bağlı olma manasına gelmez, İslam medeniyeti çerçevesinde yer almış olan bir felsefe ve bilim sistemidir.

Filozof dine bağlı olabilir ya da olmayabilir ama hiçbir filozof doğrudan doğruya dinin bildirdiklerinin emrinde ve din doğrultusunda yürüyor değildir. Mesela İslami çerçevede sayabileceğimiz filozoflardan Farabî, yine de din doğrultusunda gitmiyor.

Her şeyden önce Farabî’nin belki dindar insanların gözünde şu günahı olabilir: Filozofu peygamberle aynı seviyede görüyor.” 31-32ss.

………………

“Aranızda konar göçer boylarda yaşamış insanlar varsa daha yakından bilirler. Ben bir süre bunu yakından izleme fırsatını buldum. Yörüklerde ve Doğu Anadolu Beritan aşiretinde doğrudan belirlenmiş özel mülkiyet yoktu. Orta Asya’da da elbisesi, donu, gömleği gibi ufak tefek şeyler kişinin kendisine ait ama bunun dışında ne var ne yoksa topluluğun malı durumundadır.

Kaldıkları çadırlarla, hayvanlarla ilgili görev bölümü var. Topluluğun belirlenmiş bir yönetici sınıfı da yoktur. Çok önemli anlarda, bunalım zamanında yahut karar aşamalarında bir araya gelen ve aralarında danıştıkları Bir ihtiyarlar, kocamışlar meclisi vardır. Bu, bütün oymak ve boylarda gördüğümüz evrensel bir özelliktir. İhtiyar; hür olan, karar verme aşamasındaki insan demektir. Hürle aynı kökten gelmektedir. Niye bazı insanlara ihtiyar denmiş? Yaşamış ve yaşarken tecrübe sahibi olmuştur. Her yaşayan tecrübe sahibi olur mu? Olur ama o tecrübelerden sonuç çıkaramaz. Bu çok önemli bir noktadır. İnsanlar arasında fark vardır, insanlar eşit değildirler. Her an söylendiği gibi eşitlik yoktur. Akıllısı, akılsızı, zekisi, geri zekâlısı vardır. Akıllı insanın öncelikli özelliği yaşadıklarından sonuç çıkarmasıdır, derleyip toparlayıp bundan bir sonuca varmaktadır. Yaşadıklarımızdan derleyip toparlayarak sonuç çıkarmamıza hüküm, yargı diyoruz. Hüküm çıkaran, hüküm verebilen kişi hakîmdir. Bugün bilge diyoruz buna ama bütün sonradan görme tabirler gibi bu da zayıf bir kavramdır. Bilge, bilmekten geliyor. Bilmek herkese mahsustur. Yaşamak için bilmek zorundasınız. Bilmiyorsanız ayakta kalamazsınız, yaşayamazsınız. Bilerek, bilgini sınayarak, yoklayarak, bilginin üstüne katlanarak bir ifadede bulunmak hükümdür. İşte bu tür kişiler hakîmdirler, hüküm verme kabiliyetine sahip kişilerdir. Hakîm hüküm verme kabiliyetine sahip olan kişidir. Yargı da yarmaktan geliyor. Bir bütün olarak görünenin yarılarak yapısının ortaya çıkarılmasıdır, yargıda bir çeşit analiz, çözümleme var.

Hakîm iki olaya müdahale eder: Sağlık sorunlarına cevap götürebilir. Bu durumda bu hekimdir. Bireyler arası ilişkilerde sorunları çözmeye yönelik hükümler verir, bu durumda da hâkimdir, yargıçtır. Kandaş topluluklarda bu birbirinden farklı işlemler tek bir kişiye dayanır. Tek kişi öyle muazzam görünüyor ki olağanüstü birtakım yetiler atfediliyor ve bundan dolayı bu kişiler görmediğimiz güçlerle, ruhlarla bağlantılı kabul ediliyorlardı ve bunlara büyücü, rahip, şaman deniliyordu. Bu kişilerin toplumlarda hayat-memat üzerinde karar yetkileri vardı. Nereden biliyoruz? Çok yakın bir geçmişe değin bu topluluklar yaşamışlardır.

Ben Himalaya’nın güneyinde, Borneo’da ve Yeni Gine’de bu çeşit toplulukların içinde yaşadım. Son otuz yılda onlar silindi gitti.

Bir ihtimal belki Amazonlarda veya Sibirya’nın çok uzak köşelerinde hâlâ yaşıyor olabilir.”. 44-46ss.

……………..

“Tarımla, zanaatla ve toplumun korunmasıyla ilgili olarak değişik sanatlar ortaya çıkıyor. Bunların arasındaki bağlantıları, ilişkileri ayarlamak için hukuk denilen bir kurum ortaya çıkıyor. Orada da hakîm, hâkim oluyor. Yani hukuki hükümlerde bulunuyor. Medeniyetle birlikte efendim, üç temel kurum beliriyor: Siyaset, iktisat ve hukuk.

Bunların hepsinin demetlendiği kişi olan hakîme bugün bilge diyoruz. İyi ifade etmiyor bilge, yani bilmekle bitmiyor iş, hüküm vermek lazım. Tabii hüküm vermeniz için bilmeniz gerekir ama bilmek yetmiyor hüküm vermek için, hüküm vermek için çok akıllı olmak lazım. Hani bugünlerde moda bir laf var: Akil adamlar. Böyle boru değil akil olmak, her ortaya çıkan akil oluyor. Bu akil adamlar toplumu yöneten insanlardır. İşte Fû Hi bunun en görünen örneğidir ve ortaya bir görüş koyuyor. O görüş daha sonra, çok sonraları işlene, işlene öğretiye dönüşmüştür.” 73.s.

…………………….

“Doğu medeniyetleri camiasında bilgelik, -çok ilgi çekici bir nokta bu- dine dönüşmüştür. Bilgeliklerden dinler ortaya çıkmıştır. Batı’da, Yunan’da –ona daha gelemedik- bilgelikten felsefe ortaya çıkmıştır. Din bilgeliği taşır, bilgeliğin sırtına binmiştir. Felsefeyse annesine tümüyle yabancıdır. Artık bilgelikle ilişkisi olabilir. Bir filozof aynı zamanda bilge olabilir ama bahçıvan da, saatçi de olabilir, makina da imal edebilir. Organik bir bağı kalmamıştır felsefeyle bilgeliğin, çünkü bilgelik önemli ölçüde duyguya dayanır. Din tümüyle bir duygu işidir. Oysa felsefe duyguyu tümüyle dışlamıştır, duyguyla arasındaki bütün bağları kesmiştir. Salt akıl ürünü düşünceye dayalıdır. O düşünceye duyguyu sızdırmaz. Felsefenin işi budur.

Tamamıyla duyguyla düşünce ayırt edilmiştir, araya çelik bir duvar örülmüştür. Aklın işleyişini belirleyen kurallar, ilkeler ve yöntemler bize mantığı verir. Felsefenin esası mantıktır. Hayatta mantığın doğrudan bir yeri yoktur. Mantık sunidir, yapmacıktır.

Din yaşatan bir olaydır, hayattır. Bu anlamda dinde mantık yoktur. Felsefeyle din düşman denilir, hiç alakası yoktur. Elmayla armudu topluyorsunuz, hiç birbirine müdahalesi yoktur. Arada bir tek köprü vazifesini görebilecek olan alan ahlaktır ama felsefe ahlakı da akıl üzerine kurar. Yani ahlakta mantık esastır, bu bakımdan insanlar ahlaktan ziyade dinin getirdiği edeple iş görürler. Dinin de zaten bütün işi gücü edeptir. Mevlânâ, “Kur’an’ı bir baştan bir başa okudum, edepten başka bir şey bulamadım” der. Şunu kastediyor: Doğanın yargılanmasına yer vermiyor Kur’an. Niye vermiyor? Çünkü zaten onu görüyorsun, önünde duruyor. Onu görüp de sen aklınla yorumlayıp yargılıyorsun doğayı, edebi görmüyorsun. Edebin unsurları yok karşımızda, yanımızda, tamamıyla soyut da değil, idealdirler. İyi, kötü, cesur, korkak, faziletli, namuslu, namussuz, şerefli, şerefsiz, vb. ideal kavramlardır. İşte, şeref, iyi budur diye armut ağacını, göğü, taşı gösterdiğimiz gibi gösteremeyiz. Bu taştır, zümrüttür, yakuttur, kömürdür, vb. gösterebiliyoruz, işaret ediyoruz.”. 77-78ss.

…………………………

“Sokrates de aynı şekilde kendisinden hiçbir şekilde kutsi bir kişi olarak bahsetmiyor. Çok ilgi çekici bir hususu sonuç olarak söyleyeyim: Doğu bilgeliklerinde, Budacılıkta Gautama Siddhartha, Konfüçyüs ya

da Lao Tzu peygamber değil, bilgedir. Bu bilgelikler dine dönüşmüştür, din hâline gelmişlerdir ve bu kişiler Tanrı mesabesine çıkarılmışlardır. Gautama Siddhartha’nın Tanrısı yoktu, Tanrı’dan bahsetmez ama zamanla kendisi Tanrı mesabesine çıkarılmıştır.

Batı’daki, yani Yunan’daki bilgelik dine dönüşmez, felsefe hâline gelir. Sami dünyasında din bağımsız olarak ortaya çıkar, Yahudilerin ve Arapların elinde din bir bilgelik olarak temayüz etmez.

Başlı başına bir kurum olarak çıkar ve insan elinden çıkmamıştır, iddiası budur. Din hiçbir vakit sosyolojik bir hadise olarak kendini tarif etmemiştir Batı’da, teolojiktir, iddiası budur.” 128-129ss.

…………………….

“Felsefe-bilimin annesi bilgeliktir ama bilgelik kendiliğinden doğrudan doğruya doğal olarak felsefe-bilime yol açmış değildir.

Bilgeliklerle her kültür çevresinde karşılaşıyoruz. Bilgelikler dinlerden oluşmuştur, dinlerden dünyaya gelmişlerdir. O toplumun kendine mahsus dininden ortaya çıkıyor. Dinden farkı şu: Din müellifi belli olmayan bir olaydır. Yani kimin onu belirlediği belli değildir. İnsanların ilk ortaya çıkışından itibaren din olayıyla karşılaşıyoruz.” 209.s.

……………………………….

“En başta dedik ki, bütün toplumlarda bilgelikle karşılaşıyoruz ama kimi toplumlarda üstün bilgeliklerin yetiştirildiğini görüyoruz. Özellikle Avrasya’nın doğusunda kalan Çin, Hint ve İslam öncesi İranlılar büyük bilgelik gelenekleri ortaya çıkarmıştır. Bu büyük bilgelik gelenekleri -burası çok ilgi çekici bir şey- zamanla dinlere dönüşmüştür. Şintoluk, Hinduluk, Budacılık, Konfüçyüsçülük, Zerdüştlük/ Mecusilik belli başlı büyük bilgelik kollarıdır.

Bunların hepsi dine dönüşmüştür. Kimisi dinle ortaya çıkıyor, Mecusilik ve Hinduluk baştan itibaren bir dindir ama Budacılık, Konfüçyüsçülük, Taoculuk başlangıçta din değildir. Müellifleri, kurucuları bilgeydiler. Daha sonra bu bilgelikler dine dönüşmeye başlar, dinleşir. Dünya ötesi manevi güçlerin varlığı kabul edilir.

Özellikle Budacılıkta başlangıçta yoktu, dünyevidir başlangıçta, yani Gautama Sidarta onun kurucusu, yapıcısı, belirleyicisi olan kişi böyle bir iddiada bulunmaz.

Batıya geldiğimizde dinler bağımsız olarak ortaya çıkmışlardır. Özellikle Batı Asya’da Arap Yarımadası’nda Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık bağımsız olarak ortaya çıkıyorlar, bilgelik iddiasını taşımıyorlar. Yunan’da, Roma’da ve yine Batı Asya’da, Mısır’da, Kuzey Afrika’da gördüğümüz önceki çok Tanrılı dinler hiçbir zaman bilgelik değildirler, doğrudan doğruya din olarak gelmişlerdir. Avrasya’nın batısındaki bilgeliklerden Yunan bilgeliği felsefeye dönüşüvermiştir. En önemli büyük bilge Thales’dir. Felsefenin onunla başladığı doğru değildir ama felsefeye giden yolun başını teşkil eder. Neden? Çünkü belli bir görüşü, zanaatı genelleştirir. Felsefenin ve oradan doğan bilimin yapısını genelleme oluşturur.” 218.s.

…………………….

“Bilgelik değişe değişe, dönüşe dönüşe Sokrates’te bir kavram soruşturması, kavram araştırması durumuna gelmektedir.

Öğrencisi Eflatun felsefenin bütün şubelerini, bölümlerini karşımıza çıkarmaktadır ama henüz binayı inşa etmiyor. Eflatun’un kalburüstü, olağanüstü önemi buradadır. Batı dünyasında iki anayolun, mistikliğin ve felsefenin açıcısıdır. Talebesi Aristoteles felsefeyi bütün köşe bucağıyla inşa ediyor. İlk defa felsefe tarihte doğa ötesi güçleri veya gücü esasına, temeline almadan açıklama getirme çabasındadır. Eflatun’da bu tam anlamıyla yapılmamaktadır. Yani tümüyle felsefe inşasını din dışı bir zemine oturtmuyor.” 219.s.

……………………….

“Bilgeliğin annesi, bilgeliğin felsefe-bilimdeki tek uzantısı akıldır. Toplumların kendi edep kuralları vardır. Biz burada bir topluluğuz, kandaşız, babayız yahut kabileyiz.” 222.s.

……………………….

“TEOMAN DURALI- Şimdi bilgelik erdemdir iddiasını güden Sokrates’ti, Eflatun’du ve daha önceki bilgeler Tanrıcıydılar.

Esasta akıl o gün de, daha sonraki dönemlerde de dini bir terimdir. Erdemde de, fazilette de dini bir taraf vardır. Dini gündemde tuttuğunuz sürece alabildiğine serbestçe davranamıyorsunuz.

Bunu kaldırdığınız vakit serbestliğe kavuşuyorsunuz. Büyük İngiliz filozof Jung kendisi Tanrı’ya inanmıyor, tanrısız, tanrı tanımaz ama Tanrı’nın toplum için şart olduğunu öne sürüyor. Başka türlü diyor toplumu bir arada tutamayız.” 229.s.

………………………..

“TEOMAN DURALI- Ama o da ahlâka girer. Mesela Jean-Jacques Rousseau’nun -belirttiğiniz gibi- toplum sözleşmesi, o da ahlâka aittir. Edeple arasındaki farka gelince… Tekrar oraya geleceğim; biraz önce bir arkadaşımız sordu. Edep üzerinde konuşanlar edeplerine uygun yaşarlar. Bu kişilere bilge diyoruz. Ahlâk kuran filozof kurduğu ahlâka uygun yaşamak zorunda değildir. Rousseau deyince aklıma geldi.” 289.s.

………………………….

“Benzerleri şu anlamda var: Geçerken kazara felsefî birtakım ifadelerde bulunabilirsiniz. Bu dediğinizi felsefî kılmaz. Bu tuzağa felsefe tarihçileri çok sık düşmüşlerdir. Hint felsefesinden Çin felsefesine, Mezopotamya felsefesinden, şundan bundan bahsetmişlerdir. Hayır. Mükemmel bilgelik gelenekleri var, içlerinde yer yer felsefî unsurlar geçer ama kurumlaşmış değildir. Burada bir kurum inşa edilmiştir. Burada bahsetmedik ama bunu da ekleyeyim: Felsefe dinî olmayan ilk kurumdur.” 290.s.

…………………………………..

“Aristoteles’ten önce savaş sanatının büyük üstadı Çinli bilge Sun Tzu’dır. Mete ondan öğreniyor ve onu takip ediyor. Ordu kuruyor Mete, öncesinde ordu örgütlenmesi yok.”. 315.s.

………………..

“Böyle bir ayrım yok o topluluklarda, bunlar hep sonra ortaya çıkar. İşbölümüyle baş gösteren bir ayrım, çünkü bir sürü işkolu ortaya çıkıyor. Tarımla uğraşanlar var, bu tarımla uğraşanların alet edevatını şehirde imal edenler var. Demircisi var, marangozu var, ıvırı var, zıvırı var ve bu değişik işkolları değişik kökenden gelen insanların ilişkilerini ayarlayan bir meslek öbeği karşımıza çıkıyor. Bunlar el emeği, kol gücüne dayanmayan insanlardır. Bunlar düşünen kişilerdir: Akil insanlar. Bunlara Arapçada hakîm, Türkçede bilge denilir. Hakîm daha doğru bir söz, çünkü yargılamak kökünden, “hakeme”den gelen bir sözdür. Yargılayan, yargılamak ne demektir? Akıl ürünü cümle ortaya koymaktır.

Tamamıyla akla dayanan, yani duyguları işe karıştırmadan düşünen insanların işi. Bu hakîmler aynı zamanda kişiler arasında doğan anlaşmazlıkları gidermeye yönelik hâkimliğe de soyunurlar.

Hakîm aynı zamanda hâkimdir ve aynı zamanda tek tek bireylerin rahatsızlıklarını, hastalıklarını teşhis edip tedavi eden insanlardır, hekimlerdir ve nihayet siyaset olayını yürüten hüküm sahibidir, hüküm verirler.” 440.s.

…………………………

“Çok önemli bir nokta: Asya’daki bilgeliklerden dinler ortaya çıkmıştır.

Lao Tzu bir din önderi olmuştur. Peygamber diyemeyiz, çünkü Tanrısı yok. Peygamber Tanrı elçisidir. Batı’da bu var mıdır? Kısmen var. Hıristiyanlıkta da İsa düzayak bir peygamber değildir. Tanrı gibidir, onu da anlamıyorum, onu da size izah edemem.” 479.s.

………………………..

Konfüçyüs’ten sonra Mo Ti adında büyük bir bilge gelir ve o da Çin’in devlet ve aile hukukunu belirler. Bir devletin üç sütunu vardır: Hukuk, -ahlâktan gelir- iktisat ve siyaset. Mo Ti özellikle hukuku belirler. Çin olağanüstü derecede sağlam bir hukuk devleti olarak yaşaya gelmiştir. Belki bu kadar uzun ömürlü olmasının hikmeti de buradadır. Çok sağlam bir hukuka dayalı olmasındadır.” 482-483ss.

……………………………

“TEOMAN DURALI- Felsefenin annesi bilgeliktir. Filosofía hikmeti sevme manasına geliyor. Eflatun hikmeti Tanrı’yı sevmek (theósfilía) manasında alıyor. Eflatun filosofía ve theósfilía’yı birleştiriyor ve bu dünyevi bilgelik anlamını aşıyor, ilahilik işin içine giriyor. Eflatun’un talebesi Aristoteles tamamıyla dinden koparır. Dine düşman, dine karşı değil, dinden bağımsız bir olay hâline getiriyor. Seküler, dünyevi, akla dayalı bir olay olarak ele alıyor. Sokrates’in ne dediğini bilmiyoruz, çünkü yazılı hiçbir şey yok. Sokrates adına ne deniliyorsa, Eflatun’da çıkmış. Eflatun kendi ağzıyla konuşmuyor, hep Sokrates’in, hocasının, ustasının ağzından konuşuyor. Bu da işte tasavvufi bir gelenektir, mistik bir olaydır. İslam’daki mistikliğe tasavvuf diyoruz. Benliği ortaya çıkarmayacaksın.” 509-510ss.

………………..

“Tibetlilerin tanrı hükümdarı Dalay Lama; lama bilge, dalay ise ulu deniz demektir. Talay dalay olmuştur, bütün değişiklik bu. Denizle çok fazla bağlantısı olmayan milletlerde deniz, göl, ırmak ayrımı açık değildir.” 519.s.

…………………..

“Göktürklere, Uygurlara değin Türkler Çin medeniyetindendiler. Mutlak anlamda değil, çok saptıkları noktalar var ama heyeti mecmuu Doğu medeniyetleri camiasından Çin medeniyetine mensuptular. Uygurlar Hint medeniyetine geçerler. Türk tarihinin en büyük devlet adamlarından biri Tonyukuk’tur. Kesif bir Budacılık akımı var, Budacılığa geçmek isteniyor. Tonyukuk Çin’de dünyaya gelip yetişmiş, orada öğrenim görmüş bir Göktürktür ve Bilge Kağan’ın veziriazamı olur. “Kesinlikle Budacılıkla Taoculuğa geçilmeyecek. Bunlar yatalak dinlerdir, bizi miskinliğe sevk eder.” 523.s.

……………………..

“Yani doğrudan doğruya falanca tarihte şu biçimde Türkler Eflatun’dan bu örneği almış ve uygulamışlardır dememizi mümkün kılacak herhangi bir belgemiz, delilimiz yoktur. Dolaylı olarak bundan söz edebiliriz. Eflatun’dan en fazla etkilenmiş büyük filozofumuz, belki de tek Türk filozofu Uzluk Oğlu Farabî’dir. Öncelikle devlet felsefesi babında Eflatun’dan çok etkilenmiştir. Farabî’den başka filozof değil ama iki büyük bilgemiz var. Türklerin bilgeleri İslam’dan önce ve İslam’dan hemen sonraki dönemde öncelikle devlete odaklanmışlardır. Tasavvufa kayan bilgelerimiz daha sonraki çağlardadır. Çünkü Türklüğün yüreğinde -öyle diyeyim devlet ve askerlik olmuştur.” 527.s.

……………………..

“En üstün us toplumların önderleri olan beylerdedir. En üst seviyedeki us beylerde ve boyların birliğini ifade eden budunun başındaki kişide tecelli etmektedir, bunun adı meliktir. “Melik”i bilge veya bilinç diye bugünkü Türkçeye tercüme edebiliriz. Meliğin tecellisi, tezahürü toplum idare sanatıdır ve buna en önemli, en büyük bilgelerimizden Yusuf Has Hacib “kutadgu bilig” demiş.

Kutadgu bilig, bilince ermenin getirdiği üstün saadettir, kut en üst seviyedeki kutsallıktır. En üst seviyedeki mukaddeslik, kutsallık devlettir. Bunun bilincini yaşayan kişi ise “kutadgu bilig”dir.

İslam’dan önceki eski Türklerde toplumun önderliğine soyunan kişiler bilge olarak nitelenmektedirler, Bilge Kağan, Bilge Tonyukuk gibi. Bilgelerin bir danışma meclisi vardır. Bir araya gelirler, toplumun, devletin hayati meselelerini tartışırlar. Savaş kararları alırlar, göç kararı alırlar, nereye yerleşileceğine ilişkin kararlar alırlar. Bu danışma meclislerine toy adı verilir. Devletin oluşumuyla birlikte gelenekler zayıflar, yerini kanun alır.” 533.s.

………………………………

“Türkler toyları toplayarak karar alırlar. Bizim iki çeşit zevzeğimiz var: 1. Kendimizi olağanüstü düşük görme gayretinde olan şebelekler var, 2. Olağanüstü yüce göstermeye, haddinden fazla göklere çıkarmaya eğilimli kişilerimiz var. Bu toyların, danışma meclislerinin demokrasiyle uzaktan yakından alakası yoktur. Çünkü bu iddiayı getirir bu kişiler, bizde demokrasi vardı, efendim meclis vardı derler. Evet meclistir ama bütün halk kitlesinin katıldığı bir meclis değildir. Sadece ve sadece her toplumun, obanın, oymağın, boyun ve nihayet budunun bilgelerinin bir araya geldiği bir meclistir. Bu, Türklere mahsus değildir, hemen hemen bütün kadim toplumlarda karşılaştığımız bir manzaradır. Germenlerde, İbranilerde, Araplarda da vardır. Çinlilerde yoktur, çünkü Çinliler baştan itibaren son derece muhkem, müstebit, merkezi bir devlete sahiptirler. Türklerin devleti merkezidir ama muhkem değildir. Çok mütecanis, homojen değildir. Birçok parçadan meydana gelir. Konfederatif, ittifaklara dayalı bir yapısı vardır. Bu sebeple de çok kolay dağılabiliyor. Selçukluya değin Türk devletleri kısa ömürlü olmuşlardır. seksen, yüz, yüz elli, en babası iki yüz yıl civarında yaşadı, bunu aşmıyor. Gerek Büyük Selçuklularda, gerekse Anadolu Selçuklularında ilk kez uzun ömürlü bir devlet yapısını görüyoruz, tabii en uzun süreyi Türk devlet geleneğinin şahikasını oluşturan Osmanlı’da görüyoruz ki altı yüz küsur yıllık bir devlet yapısına sahiptir.” 534.s.

………………………………..

“TEOMAN DURALI- Kung Fu bir filozof değildi, bir bilgeydi. Strateji ve taktik ikiliği yoktu onda, o bize dövüş sanatlarını aktarır. Bu sadece onda değil, bütün Çinli bilgelerde vardır, Konfüçyüs’te de vardı. Bütün bu doğu bilgeliklerinde savunma sanatı diyebileceğimiz olaylar vardır. Savaş ve askerlik sanatı bunu aşar. Dövüş sanatı değildir o yalnızca, biraz önce söyledim size, bütün bir savaş senaryosu düşünülür, öngörülür.” 543.s.

………………………..

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder